Öyle bir seyir defteri…

Sosyal Ağlardan Seçmeler #2

07 Temmuz 2012 Cumartesi, 12:04

1 ile 2 arasına bir seneden fazla süre sokmak iyi olmamış. Geç olsun ama yine de olsun, bir yedekleri de günlüğümde bulunsun diyerekten aşağıdaki “şakıma”larımı paylaşmaya başlıyorum, ancak 11 Nisan-05 Eylül 2011 arasını çıkarabildim daha:

  • 11 Nisan 2011: İnsan bir dizinin adını “Lights Out” koyar mı yav… Tamam adamın soyadı Lights, hakikaten avuta çıkmış zamanında. Ama her dizinin adını gördüğümde kafamda “lights out… lights out in london, hold them tight till the end…” diye çalmaya başlıyor :/.
  • 13 Nisan 2011: Amerikan dizilerinin politik araç olmaları hem komik hem de bunlardan etkilenen insanlar olduğunu düşündükçe can sıkıcı. Bu haftanın güzeli Good Wife. Venezüela aşağı sosyalizm yukarı çalışmış.
  • 14 Nisan 2011: Bir siteye bağlanamayıp, sorunun sizde mi yoksa sitede mi problem olduğunu merak ettiğiniz mutlaka olmuştur. Başkaları da merak etmiş, http://www.downforeveryoneorjustme.com/ sitesini yapmışlar bu meraklılar için. İnternet’i seviyorum.
  • 21 Nisan 2011: PHP’nin explode() fonksiyonunu her kullandığımda aklıma “The Way of the Exploding Fist” geliyor. Ne oynardım zamanında yav…
  • 03 Mayıs 2011: Mmmh… Baharın leylak kokuları ve renkleri içinde bahçede ayağını uzatıp oturmak gibimsi var mı…
  • 04 Mayıs 2011: Chicago Code’un yeni 10. bölümü dizinin adamı gerginlik manyağı yapmasında yeni bir düzeye atladı. Umarım iptal falan etmeye kalkmazlar da, “yazık olan diziler” listeme bir yenisi eklenmez.
  • 04 Mayıs 2011: Whopper ile nostalji yasiyorum. Ama siz siz olun, sakin Burger King’de sikma portakal suyu istemeyin. Portakal suyu demeye bin sahit bile yetmez.
  • 05 Mayıs 2011: Kıbrıs’ta hava güzel, haftasonunu iple çekiyorum, su soğuk olsa bile denizle olan özlemimi gidereceğim :)
  • 05 Mayıs 2011: #fscon Kıbrıs’ta özgür yazılım konferansının İnternet bağlantısının Twitter’ı açık ama jabber kapalı! Yönetim sesimizi duy, engelleri kaldır! :)
  • 06 Mayıs 2011: Kibris’ta icki pek ucuz, pek ucuz… Benim gibi ickiyle az arasi olan birinin bile gozu donuyor.
  • 10 Mayıs 2011: Ana karta sadece bir tane PS2 girişi koyan, IDE portu koymayan zihniyeti kınıyorum ve ıkınıyorum.
  • 11 Mayıs 2011: Vatan Bilgisayar’in Batikent subesi yine konusturdu… Elimdeki 5 kalemlik alisveris listesinden sadece bir fare alarak kos kos ciktim.
  • 12 Mayıs 2011: Karadut, karadut, sen ne güzel şeysin…
  • 15 Mayıs 2011: Agaclara verdikleri yesil isiklar ne kadar yapay duruyor. Cinnah Caddesi’nin caanim agaclarina gece bakasim gelmiyor.
  • 18 Mayıs 2011: Yenidünyalar (nam-ı diğer malta eriği) ne lezzetli şu aralar… Güneşli günlerin ilk harbi sulu meyvası. İçinden çok sayıda çekirdek çıktığından tabakta kalanlara bakınca çok yemişim hissi veriyor meret. Bir de Trabzon hurmasını hatırlatıyor bana, onun zamanı da gelse de yesek :)
  • 22 Mayıs 2011: Egirdir’de gole nazir, sessiz sakin keyif yaparken Fenerbahce maci nedeniyle bir suru gurultuye mazur kalan kahramaniz, Fener topol e mi dedi…
  • 26 Mayıs 2011: Kentpark’in otoparkinin sensorleri pek islevselmis. Her parkyerinde bir algilayici, oradaki bilgileri toplayip, her koridor girisinde o koridorda kac tane bos parkyeri oldugunu gosteren tabelalar var. Parkyeri aramayi cok kolaylastiriyor.
  • 26 Mayıs 2011: Kentpark teknolojik kesiflerimiz suruyor. Kioskta gidecegimiz magazayi secince, bizi bulundugumuz yerden magazaya kadar AVM icinde uc boyutlu gezerek goturdu. Cici.
  • 28 Mayıs 2011: Event’i ilk bölümlerinde güzel dizi aslında diye savunduydum. Son 10 bölümüyle bu kadar yokuş aşağı, bu kadar Flashforward vari bir yaklaşım sergileyebilirdi. İyi ki iptal olmuş dedirtti meret sonunda. İşin içine saçma aksiyon sokmadan bilimkurgu çekecek baba/anayiğitler aranıyor.
  • 01 Haziran 2011: Badem Tat’a dun sabah yedigim dereotlu dikdortgen kesilen sicak mama hayaliyle gelip havami aldim. Oglen cikarmis bugun. Hayal kirikligi ve muz kabugu.
  • 01 Haziran 2011: Antebi’nin acik hava tasarimi degismis, hic de guzel olmamis :(. Ben eskisini isterim.
  • 05 Haziran 2011: Hmmh… Gunes goren yerlerdeki hanimelleri acmaya baslamis, gecerken mis gibi kokuyorlar. Hanimeller gun boyu puskevitiniz, hanimeller…
  • 05 Haziran 2011: Mevlana Lokantasi’nda kelle-paca corbasi olunca da ne enfes oluyor. Ikincisini icmemek icin zor tuttum kendimi. Eti ayri lezzetli, suyu ayri lezzetli, biraz da sarimsak…
  • 10 Haziran 2011: Turkcell’de tüm çalışan insanlara arada bir sabahları 4:20′de “isteğiniz üzerine paketiniz değiştirilmiştir” diye kısa mesaj atmak istiyorum. Bakalım iyi oluyor muymuş uykularının bölünmesi…
  • 26 Haziran 2011: Kirazı çok seviyorum ama güzeli niye bu kadar pahalı (hele İstanbul’da) :(
  • 26 Haziran 2011: Fener Balıkçısı’nda balık çorbası ve dil şiş benim için bir klasik. Çok kişi gitmenin dayanılmaz hafifliğiyle kalamar ve tereyağlı karides de kattım. Patlıcanlı mezesi nefisti. Ah bir de lakerda olsaydı… Hatta bir de içki ruhsatı olsaydı da, rakı katsaydık işin içine :)
  • 27 Haziran 2011: Yine yeniden Fener Balikcisi, simdi de balik corbasinin yaninda sardalya…
  • 28 Haziran 2011: Kadıköy lezzet turumuzun bu akşamki durağı “Ciğerche” idi. İsmi ne kadar kötü ise, ciğerleri de bir o kadar lezzetliydi. Hem arnavut ciğeri hem edirne ciğeri tattık (yancı yürek şişi saymıyorum), ikisi de enfesti. Özellikle edirne ciğerini kesinlikle dönmeden bir daha yiyeceğim!
  • 28 Haziran 2011: Dün öğlen de Yanyalı Fehmi’deydim efenim. Seneler önce yediklerimi beğenmemiştim. Bu kez tavsiye üzerine “Yanyalı” yedim, patlıcan-köfte-biber-domates-beğendinin pek güzel bir bileşimiymiş. Paça çorbası da içtim, o da değişik ama güzeldi. Yalnızca “Yanyalı” yemeye gidilable…
  • 29 Haziran 2011: Her Kadikoy’e geldigimde ugradigim Sifahane’yi unutmamak gerek. Mevsimin guzeli karadut suyu. Fazla agir gelirse, sulandirmak icin elma-cilek katilabiliyor ama sek karadutun apayri. Yarim saat once ictigimin tadi hala damagimda…
  • 29 Haziran 2011: Bugunku duragim Mercan Kokorec. Sampiyon’da da ayni derdim vardi, nihayet adini koyabildim. Domatesi basiyorlar, hem kokorecin tadini alamiyorum, hem ekmek islaniyor, hem de kokorec seyreliyor. Ortada islaklik olacaksa anca kokorecin kendi yaginda olmali birader.
  • 29 Haziran 2011: Kadikoy turumuza “Meyhane” isimli meyhanede devam ediyoruz. Guzel insanlar, guzel mezeler, raki, balik… Ada borulcesi mutlaka isteyin!
  • 30 Haziran 2011: Bugun de Pehlivan’dayim. Yaprak sarmanin yapragi sert ve tuzlu, patlican dolmasinin ici cok pismis, yogurtlu patlican mezesinin patlicani az, istim kebabina ise gereksiz patates kizartmasi gomulmus. Haddinden de pahali. Belki de bunlar yerine bastan beni dukkanin onunden gecerken tav eden et/kofte/tavuk izgaralara yonelmeliydim.
  • 01 Temmuz 2011: Kadikoy’de haftaici sabah kahvaltisinda un banyosu yapmak istemeyenler icin, Altiyol Boga guzel bir secenek. Ben peynir, zeytin, domates ile kahvalti eden bir insan olarak, standart kahvalti tabaklariyla hic anlasamiyorum. Buradaysa standart bir kahvalti tabagi yerine, istedigin yiyecekten istedigin kadar seciyorsun ve tabagini kendin olusturuyorsun.
  • 01 Temmuz 2011: Kadikoy’deki son oglenimde Sayla’dayim. Mantinin en bi guzeli. Ben bildim bileli masasinda sumak yoktur (nane vardir), anca ozel olarak isteyince sumak getirerek insanlara “mantiya sumak konmaz” mesaji verir(di). Bu gelenek kirilmis :/. Cig boregi de meshur ama ben (yine) mantidan vazgecemedim :)
  • 01 Temmuz 2011: Baylan yine formunda, Kup Griye her zaman guzel…
  • 01 Temmuz 2011: Kadikoy finalim Ciya ile muhtesem oldu. Ispit otu kavurmasi enfesti, patlican dolmasi husranimi bastirip uzerinden ezdi gecti.
  • 02 Temmuz 2011: Kamil Koc Atasehir terminalinde insan yigininin icindeyim… Karsidan gelen bilumum otobusler gecikmis. Eskiden ne guzel dogrudan Anadolu yakasindan (hatta Kadikoy’den) kalkip Ankara’ya giden otobusler vardi. Boyle sacmasalak karsida trafik sikisik diye sefil olmazdik.
  • 05 Temmuz 2011: Bolu civarinda Tursan’da pirzola ve salata keyfi. O enfes yogurdu ve kizarmis ekmegi de unutmayalim…
  • 07 Temmuz 2011: Kizilay’da “Mangal”da doyasiya et yedik… Yesil dev kivamina yakin actim, yemegin sonunu zor getirdim. Mezelerin ve porsiyonlarin zenginligini tarif etmeye yeter sanirim.
  • 11 Temmuz 2011: Bir gün bir kiraz festivaline gideceğim, kiraz havuzlarında yüzeceğim…
  • 14 Temmuz 2011: Duzce’de Corbaci Mulayim’de kelle-paca ve kimyonlu kabugu olan ekmek.
  • 14 Temmuz 2011: Bolu’da Bol As lokantasinda nefis istim kebabi… Tattigimiz arnavut ciger ve et haslamayi da unutmamali. Korkunckaya’ya oneri icin cok tesekkurler.
  • 14 Temmuz 2011: Bol-as’in muhallebisi ayri bir yaziyi hak ediyor. Paylasalim diye bir tane aldik, sonra ben hizimi alamayip onu 1.5′a tamamladim *:)
  • 17 Temmuz 2011: Donus yolunda Bol-as lokantasinda bu kez de pirzola keyfi…
  • 20 Temmuz 2011: Akcakoca’da, Mustafa’nin Yeri’nde enfes bir kaldirek kaygana ve incecik hamurlu bir manti.
  • 23 Temmuz 2011: Kislik (n’er kilo) barbunya ve bezelye ayiklayarak kafa toplama…
  • 27 Temmuz 2011: Duzce Konuralp sirtlarinda, gece sehir manzarali Smirnoff North keyfi (viva Fatih!).
  • 27 Temmuz 2011: Akcakoca Balikci Barinagi’nda Hamsi’de doyasiya kalamar ve mezgit!
  • 27 Temmuz 2011: Akcakoca Kale Plaji’nda gece yildizlar altinda “guneslenme” ve denizde yuzmek…
  • 28 Temmuz 2011: Duzce’de abhaz/cerkez yemekleri yerinde, abhaz peynirli kekikli leziz bir manti yidik. Yemeli, yedirmeli.
  • 31 Temmuz 2011: Duzce’de gunlerdir kebap asi eren kahramanimiz, Gelgor Kebap Evi’nde tikabasa yedi – bonfile sis ve kozde patlican bir harika!
  • 08 Ağustos 2011: Ve kutlu incir mevsimi acilir. O nasil bir lezzettir…
  • 08 Ağustos 2011: Ver coşkuyu Megadeth’in Endgame albümü ile… Ne kadar da güzel albüm yapmışlar. Geçen sene geldiklerinde çala çala tek parça çalabilmelerine üzülmüştüm. Yaşlanmış grupların çilesi, güzel albüm yapsan da yeni parçaları konserde eski hayranlara çalmak zor.
  • 11 Ağustos 2011: Maiden United grubunun Iron Maiden parçalarını akustik yorumladığı “Mind the Acoustic Pieces” albümünü dinledim. Accık “Still Life”da iş var, onun dışındakilerde o bile yok bence. California Guitar Trio, Iron Maiden parçaları yorumlasın! :)
  • 12 Ağustos 2011: Bol yagmur dokuldu dun aksam. Islak toprak kokusu tum evi sardi. Simdi de Agustos’ta serin, hafif kapali, enfes bir bahar sabahi yasiyoruz.
  • 13 Ağustos 2011: I. Melih konusturmaya devam ediyor: Dun acik olan Istanbul yolu’nu Anadolu Bulvari donusunde *tamamen* kapatip bir tane uyari tabelasi koymayip hepimizi sefil ediyor.
  • 15 Ağustos 2011: Gunun kamyon arkasi sozlerinden: “Yanlis hayatta dogru yasanmaz”
  • 15 Ağustos 2011: Ciya’da mumbari ilk defa begendim. Miyam miyam.
  • 16 Ağustos 2011: Kasasinda bozuk parasi olmayanlarin, taksicilik, bakkallik gibi meslekler yapmamasi gerekli. “Bozuk yok muydu” demeyiverin yav.
  • 16 Ağustos 2011: Fener Balikcisi’nda balik corbasi, deniz borulcesi ve tekir, namm. Kucukkene Erdek’te ilk tekir yiyisimi andim.
  • 16 Ağustos 2011: Sol kapidan girilip sag kapidan cikilan AVM’ler, lafim size: Ingiliz miyiz yahu!
  • 16 Ağustos 2011: Sinema icin benden o kadar para alip, bu kadar cok reklam gostermek ve filmi gec baslatmak ayip ya.
  • 16 Ağustos 2011: Acibadem Caddesi’nde en guzel gunes batisi seyredilecek yerin E-5′in uzerindeki kopru olmasi trajikomik.
  • 18 Ağustos 2011: Ankaram, Ankaram, nemsiz ve sabahlari serin Ankaram…
  • 21 Ağustos 2011: Demon’s Eye’ın yeni albümünü dinliyorum. Rainbow’un 90′lardaki vokalisti Doogie White’ın katılımıyla parçaların hemen hepsi tam bir Rainbow/Deep Purple karması olmuş. “Tanıdık” tınılar da bol.
  • 22 Ağustos 2011: FCH Mobil 100000. kilometresini devirir
  • 22 Ağustos 2011: Ah Hacettepe FM ya… Cok guzel caliyorsun da, bir de vericilerin guclu olsa da ses kalitesi kotu olmasa.
  • 23 Ağustos 2011: Ostim’de Urfalı Kebapçı’da pirzola (ve saz arkadaşları) keyfi.
  • 24 Ağustos 2011: Yemek twitlerim sonunda birilerinin ahını aldım galiba. Senelerdir meme yapmayan böbreklerim ağrıyor, bağırsaklar fazlamesaide.
  • 26 Ağustos 2011: Masadaki sineği öldürmesinin artçı etkisiyle dibindeki gözlüğü ortadan ikiye kırılan genç, şaşkın şaşkın bakakalır…
  • 26 Ağustos 2011: IKEA’daki mobilyalarin susu kitaplar bile Isvecce. Kurumsalligin tikandigi nokta. TR’den kitap alma sureci yerine Isvec’ten tasimislar.
  • 28 Ağustos 2011: Kasirgasiz bir memlekette yasamak ne guzel.
  • 29 Ağustos 2011: Konserlerde icten pazarlikli bis istemiyoruz!
  • 30 Ağustos 2011: “Erken Osmanli Sanati” nasil da anlasilmaz, ceviri kokan bir ifadedir.
  • 03 Eylül 2011: Trafigin aksi yonunde tatile gitmek ne rahat. Ayrilmis yolun guzelligi. Bekle deniz, geliyoruz askla :)
  • 03 Eylül 2011: Denizli’de Selale Restoran’da tandir ve bol zeytin/tursulu salata keyfi. Ozlemisim yauw.
  • 04 Eylül 2011: Hmm… Pazardan taze alinmis yumurtanin tadi bir baska oluyor. Zeytinyagi, aci pul biber ve kekik. Ucuncude zor durdum :)
  • 04 Eylül 2011: Cuma gunu 2.5 saatte 3 devlet dairesinde is bitirdik, Turkcell’den bir vinn almamiz 1 saatten fazla, acilmasi ise 1 gunden fazla surdu.
  • 05 Eylül 2011: Kalın mı kalın, sulu mu sulu antrikotlar; yoğurtlu bir semizotu salatası eşliğinde mideleri boyladılar bir saat kadar önce. Hala tadı damağımda. Dökme demir ızgaram, seni seviyorum :)
Film / TV, Gezi, Memat, Musiki, Yimmek | 2 Yorum »
 

Bluetooth’u açılışta otomatik kapatmak

07 Temmuz 2012 Cumartesi, 09:28

Dizüstü bilgisayarım açıldığında, Bluetooth ışığının yanmasına takılıyorum ve her açılışta kapalı olmasını istiyorum. Pil tüketimini arttırması bir kenara, kullanmadığım bir ağ cihazı niye sürekli açık dursun diye de bir rahat batma durumum var.

BIOS’umda böyle bir ayar olmadığı için, açılışta bir uygulama çalıştırarak bunu nasıl yaparım diye bakındığımda en temizi aşağıdaki komutu açılışta otomatik çalışacak biçimde ayarlamak oldu:

rfkill block bluetooth

Alternatifi, masaüstü ortamları ile beraber gelen çeşitli bluetooth uygulamalarını çalıştırıp onlarda bir kere disable edip, sonra bu seçimi hatırlayıp her çalıştırmada kapatmalarını sağlamak olabilirdi. Ancak sırf bunun için sistem çekmecesinde sürekli bir bluetooth programını açık tutmak işime gelmedi.

Gezegen | Yorum Yok »
 

Pardus dağıtımı bitti, yeni bir dağıtım başlıyor

01 Temmuz 2012 Pazar, 22:13

Önce uzuun yazıları okumayı sevmeyenler için sonucu yazayım. Çünkü detaylı ve uzun bir yazı olacağa benziyor (bunu ben diyorsam anlayın :)). Cuma günü Pardus Danışma (aslında Çalışma imiş) Kurulu’nun ilk toplantısındaydım. TÜBİTAK, Uludağ/Pardus Projesi kapsamında 2003 sonundan bugüne kadar yapılan çalışmaları “ismi” dışında bir kenara koyup; sıfırdan Debian’ı temel alarak bir dağıtım hazırlıyor.

Şimdi buraya nasıl geldik bir bakalım…

TÜBİTAK’taki yeniden yapılanma süreci içinde Ekim 2011’den itibaren, Pardus Projesi içinde çalışan personel teker teker ayrılmaya başladı. Bazıları nedenlerini yazdı, bazıları yazmadı, çoğu kendi isteğiyle ayrılırken, bazıları zorlandı. Pardus’un açık gelişimi hızla yavaşladı ve sonra da tamamen durdu. Aralık aylarında TÜBİTAK “napsam bu Pardus’u” düşünceleri içinde topluluktan insanları da içine alan bir toplantı yapmaya karar verdi, uygulamaya geçip bu “çalıştayı” yapması Mart sonunu buldu. O zamana kadar bir elin parmaklarını az geçer sayıda personel kaldı.

Çalıştayla ilgili ayrıntılı bir günlük yazmıştım, detaya girmeden özetlersem, toplantı sonunda projenin devredileceği öngörülen Ulakbim’i temsilen gelen, enstitünün başkanı Ahmet Kaplan iyi niyetinden şüphe ettirecek neredeyse hiçbir davranışta bulunmadığı için toplantıdan çıkan hemen herkesin fikri “dur bir bekleyelim, şans verelim” olmuştu. Çalıştayda TÜBİTAK’ın bünyesinde *resmi* bir “danışma kurulu” oluşturulması ve bu kurul üyelerinin çoğunluğunun topluluktan gelmesinde hemfikir olunmuştu. Çalıştay sırasında en yoğun tartışılan konulardan biri, “niye sıfırdan dağıtım yapılıyor, Debian temel alınsın, ooo onbinlerce paketi var zaten” idi. Katılan 35 kadar kişinin 5-6’sı bu Debian’ı savunurken, kalanlar ise 7. yılındaki bir projenin kendi ürettiklerini öncelikle değerlendirmesi gerektiğini belirtmişti.

Biz bu danışma kurulunun kurulmasını beklerken, bir 3 ay daha geçti. İlk başta Nisan ortasında kurulur denmişti, Haziran sonunda ilk kez toplantıya çağrılıp toplantıya geldiğimizde ise kurulun halen resmen kurulmadığını, daha TÜBİTAK’ın Bilim Kurulu’na sunulacağını öğrendik. Kamudaki zaman akışı ile hayatımızdaki zaman akışı arasındaki o büyücek farkı tekrar hatırladık. Geçen zaman diliminde, Ahmet Kaplan projenin başına nihayet yeni bir yönetici atamıştı: Abdullah Erol (yanılmıyorsam 3-4 hafta kadar oldu).

Cuma günü yapılan toplantıya katılacak danışma kurulunun üyeleri şu şekilde belirlendi:
1) Ahmet Kaplan (TÜBİTAK): TÜBİTAK kendi atadı.
2) Abdullah Erol (TÜBİTAK Geliştirici Temsilcisi): TÜBİTAK kendi atadı.
3) Doruk Fişek (Göç ortağı temsilcisi / Özgür Yazılım A.Ş.): Pardus’un web sitesinde listeli, “bilinen” 8 göç ortağı ile bağlantıya geçildi, tek adaydı, 4 firma destekledi, kalan 4’ü oy vermedi/ulaşılamadı.
4) Sezai Yeniay (Topluluk Kullanıcı Temsilcisi): Pardus e-posta listeleri, ozgurlukicin forumları ve pardus-linux.org forumlarında yapılan çağrı sonucunda oylamayla seçildi.
5) Necdet Yücel (Üniversite Temsilcisi): Çalıştaya katılan üniversite temsilcileri ile bağlantıya geçildi, tüm üniversitelerin üye olduğu Ulak-y listesine çağrı yapıldı. Tek aday olarak otomatik seçildi.
6) Abdullah Arslan (Kamu Kurumları Temsilcisi / MSB): Nasıl seçildiği konusunda bilgim yok.
7) Mustafa Akgül (STK Temsilcisi): LKD, INETD, Pardus Kullanıcıları Derneği, Alternatif Bilişim Derneği, EMO ve TBD’nin desteği ile seçildi. İkinci bir aday yoktu.
8) Boş (Topluluktan Geliştirici Temsilcisi)

Aslen çalıştay sırasında tek bir geliştirici temsilcisi olması ve çalışan/gönüllü ayrımı yapılmadan ortak seçilmesi gündemdeyken, Necdet Yücel’in etinden et koparılırcasına çırpınışı ile ek bir topluluktan geliştirici temsilcisine de yer verilmesi kabul edilmişti. Ben kendi adıma efektif olarak TÜBİTAK’a 3 oy vermesi nedeniyle bunu tercih etmek istememiştim (eşitlik durumunda kararı TÜBİTAK veriyor).

Bu ek 8. koltuk için TÜBİTAK, Cahit Cavit Vural’ı çağırmış toplantıya. Kendisini Debian temelli Magma Linux projesinden ve K9 Ticari Paketi’nden hatırlayabilirsiniz. Haftabaşında da toplantı çağrısını aldığımızda, bu durumu TÜBİTAK’a sormuş, kendisinin TÜBİTAK’ın kendi geliştirici temsilcisi olabileceğini; ancak topluluğun kendi temsilcisini kendi seçmesi gerektiğini belirtmiştik (ben ve Sezai Yeniay). TÜBİTAK tarafından bu konuda bir yanıt gelmemişti.

Bu sırada pardus-linux.org forumlarda duyurarak alelacele bir geliştirici temsilcisi seçimi yaptı, 45 kişinin oyu ile Erdinç Gültekin seçildi. Seçim şeklini eleştirenler de oldu (açık açık yazmadıysam da, ben de eleştirilere paralel düşünmüştüm).

Toplantıya geldiğimizde ilk sorgulanan doğal olarak bu 8. koltuğun durumu oldu. Ahmet Kaplan, bu işi hobi olarak yapmayan, ekmeğini bu işten kazanan, deneyimli birisini orada görmek istediğini belirtti. Ben de bu tanımın bir “çözüm ortağı”na karşılık geldiğini, “topluluktan geliştirici” yerinin tam olarak da istemedikleri tanım olan, bu işi bir hobi olarak yapan kitlenin temsili olduğunu belirttim. Daha da önemlisi bu kişinin topluluk tarafından seçilmesinin zorunluluk olduğu, TÜBİTAK tarafından atanamayacağını söyledik. Ahmet Kaplan, Erdinç Gültekin’in seçiminin pek demokratik olmadığını belirtti. Haklı olabileceğini ancak bu durumda o koltuğun boş kalmasının gerektiğini belirttik. Bir alternatif olarak 9 kişiye çıkmamızı, Abdullah Erol’un “geliştirici” değil “proje yöneticisi” sıfatıyla masada yer almasını, Cahit Cavit Vural’ın “TÜBİTAK geliştiricisi” olarak toplantıda yer almasını önerdim. Ancak Ahmet Kaplan sonuçta o koltuğun boş kalmasına karar verdi. Cahit Cavit Vural masadan kalkarak, izleyici koltuklarına yerleşti.

Toplantının izleyici koltuklarında tek o yoktu, 3 kişi daha vardı. Biri topluluk tarafından geliştirici olarak seçilen Erdinç Gültekin, diğeri TBD’yi temsilen gelen Türker Gülüm ve Pardus Kullanıcıları Derneği’ni temsilen gelen Nihad Karslı. Ancak tek bir STK temsilcisi olabildiği için onlar toplantıyı (çoğunlukla) izlemekle yetindiler.

Danışma kurulu katılımcıları netleştikten sonra, Ahmet Kaplan bize geçen 3 ayda TÜBİTAK tarafındaki gelişmeleri özetledi, sorularımızla daha net bilgi aldık:

1) Türkiye genelinde okullarda kullanılacak akıllı tahtaların ilk etap 85000 tanesine Windows’un yanına “Pardus” da yüklendi (toplam tahta sayısı 620000+). Bir-iki gün önce topluluğa da yayılan bilgileri doğruladı, aslında tahtalara kurulan Debian, yalnızca üzerindeki logolar Pardus olarak değişmiş durumda. Pardus’ta akıllı tahtaları çalıştıramadıklarını, Debian’da çalıştırabildikleri için, zaman da daraldığından “zorunlu olarak” Debian kurduklarını belirtti.

2) Milli Savunma Bakanlığı ile sözleşmelerini Perşembe günü itibarıyla imzalamışlar. 6 hafta içerisinde son halini verecekleri “Pardus Kurumsal 3″ü kurum geneline kurmuş olacaklar. Bu sürüm de üzerlerinde Pardus logoları olan Debian’lar olacak. Yine zaman darlığı ve zorunluluktan böyle yaptıklarını belirttiler. Kurum ihtiyacını karşılamak için anlaştıkları bir çözüm ortağına, merkezi yönetim aracı olan “Lider/Ahenk” ikilisini hazırlatıyorlar.

3) Çeşitli kamu kurumlarından somut talepler olduğunu (kurum adları verildi ancak aklımda tutamadım) da belirttiler.

Elbette bu gelişmeler, özellikle geçen 3 ayda hiçbir biçimde toplululuğa bilgi akışı ya da fikir sorulma olmadan gerçekleştiği için danışma (çalışma) kurulunun onlarca sorusuyla karşılaştı. Bu sırada Ahmet Kaplan, bakanın çağırması nedeniyle özür dileyerek toplantıdan ayrılmak zorunda kaldı. Soruların yanıtlarını Abdullah Erol tek başına vermek durumunda kaldı, kendisi için belki de büyük bir şanssızlık oldu.

Şartnameleri gereği, Vestel’in MEB’in tahtalarına hem Windows hem Pardus yüklemesi gerekiyordu. Ancak Vestel, Pardus’la tahtayı çalıştıramadığı için TÜBİTAK’a başvurarak yardım istemiş. TÜBİTAK da kendi elemanları ile çözemediği sorun için bir firmadan yardım istemiş (mevcut çözüm ortakları dışında bir firma). Firma da, Pardus’la çalıştıramadığını ancak Debian’la çalıştırabildiğini belirtmiş. Debian logoları Pardus olarak değiştirilerek tahtalara yüklenmiş. Abdullah Erol, MSB Projesi’nin de yine zaman kısıtından dolayı bu şekilde gerçekleştirileceğini, bu saatten sonra da Debian kararından vazgeçilmesinin fizibl olmayacağını belirtti. Ancak Pardus’tan işe yarar teknolojilerin yeni dağıtıma aktarılacağını söyledi.

Abdullah Erol’un Debian seçimi için öne sürdüğü iki neden daha vardı:
1) Ooo Debian’ın 30-40 bin paketi var. Pisi’nin 5 bin civarlarında.
2) Piyasada Debian’dan anlayan bir sürü firma var, destek bulabiliyoruz.

Şimdi bu noktada iki seçeneğim(iz) vardı. Ya söylenenleri doğru kabul edip hareket etmek ya da çeşitli bahaneler öne sürülerek kandırılmaya çalışıldığımızı düşünmek. Ben kendi adıma, bir insanın sözüne (aksi bir neden yoksa) öntanımlı olarak güvenmeyi tercih ederim. O nedenle yukarıda anlatılan öykünün doğru olduğunu düşünerek hareket ettim.

Topluluğun çeşitli yerlerinden gelen hepimiz güya çenemizi tutar bir halde konuşmamıza karşın, “çok” konuştuk. Özellikle TÜBİTAK tarafında (kasıtlı ya da değil) bir dağıtım ile paket yönetim sistemi arasında ciddi bir kavram kargaşası var. Ben aklımda kaldığı kadarıyla satır başlarını ileteyim:

1) Bu danışma kurulu niye var o zaman? 3 aydır bizi toplamanızı bekliyoruz. Çoğumuz bağımsız olarak birebir temaslarda da bulundu. TÜBİTAK bizlere danışmayacaksa, bizler Pardus’a yön vermeyeceksek, burada sadece yapılan işleri onamak için mi varız? Bu danışma kurulunun pas geçilemeyeceği kadar önemli bir karar.

2) Defalarca “zorunda kalınmak” neden olarak gösterilmesine karşın, ortada zorunda kalınan bir durum yok. Tahtalarda sorun yaşandığında, ne Pardus’un mevcut çözüm ortağı firmalara başvurulmuş, ne üniversitelerden destek istenmiş, ne de STK’lardan yardım istenmiş. Her birinden birçok kişi ile de çalıştay sırasında birebir tanışılmasına da karşın. Bu sorunu çözebilecek kişiler özellikle safdışı bırakılmış. “Zorunluluk” değil ortada yapılmış bilinçli “tercih”ler ve kararlar var.

3) Bir Linux dağıtımında çalışan bir donanım sürücüsünü, başka bir Linux dağıtımında çalıştıramayan bir firma Linux işletim sisteminin yapısı konusunda teknik açıdan yeterli değildir. Bunun yöntemi bellidir, teknik olarak yapılabilirdir. “Bir dağıtımda çalışmıyor, o zaman formatlayalım öteki dağıtımı kuralım” yöntemi, e-posta listeleri/forumlarda sık görülen, genellikle teknik detayları bilmeyen ya da onlarla uğraşmak istemeyen “kullanıcıların” (işi bu olan bir profesyonelin değil) tercih ettiği bir yöntemdir.

4) Debian’da çalışan bir sürücüyü Pardus’a aktaramayanlar, Pardus’un 7 yıl içerisinde oluşturduğu birikimi de Debian’a aktarma konusunda yetersiz kalacaklardır. Pratikte bu gerçekleşmeyecektir.

5) İki gün sonra bir işi Debian’da yapamayıp, Redhat’te yapabildiğiniz zaman, “hadi Debian’ı atalım, Redhat’i temel alalım” mı diyeceksiniz?

6) Pardus, “Linux masaüstü”nü hedefleyen bir projeydi, bugün “tamam budur” diyeceğimiz bir masaüstü dağıtımı yok ki ortada hazır bir dağıtımı birebir alıp kullanabilesiniz. Yapmanız gereken birçok yenilik olacak. Gerçekten işletim sisteminin temeline ilişkin değişiklikler yapmanız gerektiğinde de Debian’ın o onbinlerce paketini de kullanamayacaksınız. Çünkü bu paketler ancak temel sistem aynı olduğu takdirde birebir kullanılabilirler. Sonuçta yine elinizde uğraşmanız gereken birçok paket olacak. Debian’ın bir sürü paketi var diye yaklaşmak yanlış bir argüman.

7) Piyasada gerçek anlamda Pardus desteği veren firma sayısının az olmasının nedeni, TÜBİTAK’ın kararsız tutumu, bu firmaların çoğunu da zarar ettirmesi. Kamu, Türkiye’deki bilişim sektörünün %40’ını oluşturuyor. Tutarlı ve düzenli bir biçimde “Ben bu konuda destek istiyorum, parasını da veriyorum” dediği noktada, birçok firma o alana yönelecektir.

8) Debian’ın paket sistemini kullanmakla, tamamen Debian kullanmak arasında fark var. Tek dert Pisi ile ise ve Debian’ın paket yönetim sisteminin teknik olarak çok daha üstün olduğuna karar verilirse, sadece paket yönetim sistemini almak da mümkün.

9) Pisi’nin ve hatta Pardus teknolojilerinin genelinin birçok eksiği mutlaka var. Bu masadaki herkes birçoğunu ortaya dökebilir. Ancak ciddi bir teknik analiz / karşılaştırma yapılmadan böylesine önemli bir karar verilmesi ciddi olmayan bir yaklaşım. İleride benzer kararların da aynı şekilde verilmesi çok baş ağrıtacaktır.

10) “Madem Debian’ı temel alan çalışmalar yürütüyorsunuz, niye bunları açık bir biçimde yapmıyorsunuz? Sürüm takip sistemi, iş takip sistemi ve benzeri araçlar niye duruyor?” diye sorduğumda gelen yanıt trajikomikti — “sunucu sorunumuz oldu, yoksa bir-iki hafta içinde yayınlayacağız”. Ahmet Kaplan oysa çalıştayda binlerce CPU’muz var, donanım gibi ufak sorunlar dert olur mu hiç demişti…

Konuşmaların belirli bir noktasında ortaya çıkan bir başka konu da, yeni dağıtımının odağının masaüstü olmayabileceği. Abdullah Erol’un ağzından “masaüstü de istiyoruz tabii” cümlesi çıktı. Buradaki “de” ifadesi aslında, önceliğin farklı bir alanda (ör: sunucu) olabileceğini düşündürüyor. Eğer öncelik sunucu olacaksa, farklı bir dağıtımı temel almak daha anlamlı hale gelebiliyor.

* * *

Neden bu kadar sorguladım peki? Çünkü çalıştayda sözü verilen, Pardus’un geleceğine yön vereceği belirtilen (ama önemli bir kararda devre dışı bırakılan) bir danışma kurulunun üyesi idim.

İşin komik tarafı, belki doğru düzgün bir teknik analiz yapılarak, doğru gerekçelerle bu karar masaya yatırılsaydı, bu kuruldan “ya evet, Pardus teknolojilerine devam etmek anlamsız. Başka bir dağıtımı temel alarak sıfırdan başlayalım” kararı zaten çıkabilirdi.

Toplantı sırasında tekrar tekrar danışma kurulunun görev kapsamı sorulduğunda gelen yanıt “burada karar vereceğiz” oldu. Bu noktada talep doğal olarak “tüm kararlarda” oldu. Abdullah Erol “ama kararlar bizim sözleşmelerimizi zor duruma sokarsa olmaz ki, söz veriyoruz sonuçta” dediği noktada ise danışma kurulunun tanımı şu şekilde değiştirildi: “TÜBİTAK’ın mevcut sözleşmeleriyle aykırı düşmeyen konularda karar alır.”.

Bu cümlenin etrafında herhalde en az bir yarım saat dans etmişizdir. Abdullah Erol, önce “bu kurulun ilk kararı olarak oybirliği, olmadı oyçokluğu ile Debian geçişini görmek istiyorum” dedi, doğal olarak hiçbirimiz bunu kabul etmedik. Danışma kurulunun önceden alınmış kararları onama yeri değil, kararları alma yeri olduğunu belirttik. Daha sonra Abdullah Erol’dan “tamam, o zaman tüm kararları alalım ama pisi’den vazgeçilmesini değişmez madde olarak danışma kurulunun çerçevesine ekleyelim” isteği geldi. Doğal olarak irademizin kısıtlanmasını da kabul etmedik. Abdullah Erol, “pisi’den vazgeçmenin altına imza atmıyorsanız, o zaman sadece bireysel sürüme karar verelim burada, kurumsal sürüm kararlarını katmayalım” da dedi, bunu da kabul etmedik. Kendisi özel sektörden yeni gelen Abdullah Erol’un “TÜBİTAK’ın bilim kurulu kabul eder mi bilemiyorum tabii böyle bir şeyi” dediği noktada ise, Ahmet Kaplan’ın yokluğunda “bench”ten Türker Gülüm imdada yetişti. Kendisi de 10 sene kadar TÜBİTAK’ta çalışmış olarak, bunun mümkün olduğunu, bilim kurulunun işleyişini, buna benzer “yetki devir”i yapılan çeşitli kurullardan her yıl 3-4 adet kurulduğunu belirtti. Nelere dikkat edildiğini tek tek anlattı. Abdullah Erol da bu konuda kendisinin karar veremeyeceğini, Ahmet Kaplan’la da görüştükten sonra yön verebileceklerini belirtti.

Bu süreçte bizler de aslında danışma kurulunun halen resmen kurulmadığını öğrendik. Tabii bu durumda gündeme yine, “e niye o zaman bu kurul 3 aydır toplanmıyor da, önemli kararlar olup bittikten sonra toplanıyor” sorusu geldi.

Yaklaşık 2-2.5 saatlik toplantının sonunda, somut bir istek olarak “Davulu verip tokmağı vermeden olmaz, biz tokmağı da istiyoruz. danışma kurulunu sunduğumuz çerçevede resmen oluşturmalısınız. Bunlar netleşmeden kurulun bir anlamı yok, başka konuları tartışmanın da bir anlamı yok, çalıştayda olduğu gibi fikirlerimizi dinleyip aksini yapabilirsiniz” dedik. Bir haberleşme listesi oluşturacaklarını ve oradan iletişime devam edileceğini belirttiler.

* * *

Eeee… Ne oldu yani şimdi? Pardus adı altında nurtopu gibi bir Debian dağıtımımız oldu. Değişmez mi bu? Bence zor, yetki sahibi insanlar bu kararı bizler yerine almış durumdalar, bize de bununla yaşamak düşüyor. Bunun ne kadar Debian’ın üzerine Pardus logoları yapıştırılmış olacağı, ne kadar özelleşip Debian’dan ayrılacağını zaman gösterecek.

Aslında fiilen 2004-2011 arasında geliştirilen dağıtım çöpe atılarak baştan başlanıyor. Çünkü bir tahta sürücüsünü Debian’dan Pardus’a aktaramayan birilerinin, Pardus geliştiricilerinin onca yılda çeşitli yazılımlara yaptığı yamaları ve geliştirdiği teknolojileri inceleyip/ayıklayarak Debian’a aktarmasını beklemek gerçekçi değil. Kabul etmek gerekir ki, 2004’teki başlangıca geri dönüyoruz.

Aklınıza şu soru gelecektir, “Peki neden bunun adına Pardus diyoruz, tüm sistemi sıfırdan baştan oluşturulurken neden yeni bir isim değil?”. Bu soruyu TÜBİTAK’a sormak açıkçası toplantı sırasında benim aklıma gelmedi :). Ama ben yanıtı kendi çıkarımlara göre vereyim (hatalı olabilir):

1) Çeşitli kamu kurumlarının mevcut yürürlükteki ihaleler/anlaşmaların şartnamelerinde “Pardus” kurulması, hatta doğrudan “Lider/Ahenk” gibi isimler geçiyor. Bu şartnamelerin değiştirilmesi ciddi bir evrak işi, kayıplar, hatta belki arada projelerin başlamadan yeniden değerlendirilmesine yol açabilir.

2) Pardus markasının yavaş hareket eden kamuda bile bir bilinirliği var. Yeni bir adı aynı etkinliğe ulaştırmak için yıllar gerekecektir.

3) Adı “TÜBİTAK Pardus’u öldürdü” olacaktı, bunun yerine “TÜBİTAK Pardus’u devam ettiriyor” olacak.

Dağıtımın ilk yıllarını bilenler, “Uludağ” ismini anımsayacaktır. Aslında “Uludağ” projesinin “Pardus dağıtımı ürünü” şeklinde bir kurgu söz konusuydu orada. O kurgu korunsaydı, “Uludağ Projesi’nin Pardus ürününü sonlandırdık, yeni bir ürüne geçtik” denebilirdi.

* * *

Eee… durum çok mu kötü yani şimdi?

Olmayabilir.

Geçmişi sanki olmamış gibi silip, tamamen sıfır noktasında olaya bakarsanız, bir devlet kurumu var karşınızda; Debian’ı temel alarak çeşitli projeler yapmak istiyor. Bu iş için para ve emek harcamaya hazırlanıyor. LibreOffice için belge hazırlatıyor (birilerine). Debian temelli proje teklifleri için teşvik vermeye hazırlanıyor. Kamu kurumlarına gidip Debian kurmaya çalışıyor. Geçmişten bağımsız bakarsak, özgür yazılımın yaygınlaşması için çok iyi bir haber aslında.

Pardus’un ilk oluştuğu 2004 yılındaki fikir ayrılıklarını anımsayanlar, benim de o dönemki çoğunluk gibi “niye yeni bir dağıtım yapıyorsunuz, mevcut olanlardan birini özelleştirsenize” dediğimi hatırlayacaktır. Hatta TÜBİTAK’ın seçtiği Debian, temel alınabilecek özgürlük ve organizasyon yapısı sağlamlığını en iyi birleştiren dağıtım olması itibarıyla mutlu olunabilecek de bir seçim.

Zannetmeyin ki, Pardus’ta bu “yeniden yapılanma” öncesi her şey tozpembe idi. Proje yöneticisi Erkan Tekman sayısız yönetimsel hataya imza attı. Proje oradan oraya savrulup durdu. Balık baştan kokar, Tekman ile beraber TÜBİTAK çalışanı olan geliştiricilerin azımsanmayacak bir kısmı topluluğun ve kullanıcıları olan kurumların isteklerine ve önerilerine kulak asmadan bildiklerini okudu, kendileri dışında kimseye önem verdiklerini hissettirmedi. Kurumlar TÜBİTAK’ın Pardus’u sahiplendiğini hissetmediler, destek aradıklarında TÜBİTAK’ı arkalarında bulamadılar. Yapılan birçok öncülük, idari hatalardan dolayı bir ürün haline getirilip başarısının tadı çıkarılamadı.

Ancak 7 sene onlarca kişinin emek verdiği hiçbir yazılım projesinin sonunun bu kadar ucuz olmaması gerekir. Bir bilimsel araştırma kurumunun Pardus’a bir cihazı, üstelik de Linux’ta çalışan bir cihazı tanıtamadım diye koskoca yazılım bütününü kaldırıp atmaması gerekir.

Pardus teknolojileri artık ayakta kalabilirse sadece pardus-linux.org’un Anka Projesi ile yaşayacak görünüyor.

* * *

Peki bundan sonra ben ne yapacağım? Danışma kurulunun çerçevesine ait sözün TÜBİTAK tarafından net biçimde verilmesini ve daha sonra kendi verdikleri sözün arkasında durmalarını sağlamaya çalışacağım. Davulu verip tokmağı vermeme halinin devamı durumunda ise, danışma kurulundan ayrılarak diğer çözüm ortaklarına dönerek benim yerime yeni bir çözüm ortakları temsilcisi seçmelerini isteme yoluna gideceğim.

Bu kadar uzun bir yazının her satırını sonuna kadar okuduysanız, gerçekten Pardus’u önemsiyorsunuz demektir. Duygu yoğunluğu ve heyecan içinde herhangi bir çıkarımda bulunmadan, ağzımdan belirli cümleleri tekrar yorumlayarak “Doruk Fişek böyle böyle demiş” diye dillendirmeden önce lütfen yazdıklarımı dikkatle tekrar okumanızı rica ediyorum. Sözcüklerimi genellikle (elbette herkes insandır) dikkatle seçerim, bağımsız olarak tek başlarına değil, içinde bulunduğu yazının bütünü içinde değerlendirilmeleri de önemlidir.

Not: Toplantı sırasında sormayı akıl etmediğim için cevapsız sorulardan: Pardus Kurumsal 2 ne olacak peki? 14 Şubat 2011’de çıkarıldığında, TÜBİTAK halka bunu 3 yıl destekleyeceğini vaat etmişti (14 Şubat 2014’e kadar). Bu vaade güvenerek kendi sistemlerini Pardus Kurumsal 2 üzerine kuran kurumlar ve insanlar ne yapacak?

Gezegen, Pardus | 29 Yorum »
 

Nallıhan’ın Sarıçalı Dağı ve eteklerindeki güzellikler

15 Haziran 2012 Cuma, 09:14

Pazar günü Ankara’nın Nallıhan ilçesinde yürüyüşe gittim. Ankara’dan 185 km uzaklaşıp, hala Ankara sınırlarında olabilmek ilginç bir duygu. Haritada Ankara’nın batıya uzanan bir kolu gibi tüm ilçe.

Yol uzun olduğu için normalden yarım saat erken çıkacaktık, 6:45’te evden çıkıp, Batıkent’in İstanbul yolu ucuna kadar yürüyüp 7:30’da araca attım kendini. Yolda uyuyabileyim (ve bilumum işlerimi yetiştirebileyim) diye bir gece önce 4 saat uyudum. Ama heyhat, yolda uyumak mümkün olmadı. Ne zaman uyusam, kafam acayip biçimde düştü ve uyandım.

Nallıhan’da verdiğimiz yarım saat mola ile beraber saat 11 gibi yürüyüşe başlayacağımı Çulhalar Köyü‘ne vardığımızda, köyde bayram vardı, saat 14 gibi pilav ve ayrana davet ettiler. Yürüyüş planımız köyün eteklerinde bulunduğu Sarıçalı Dağı’na tırmanıp, daha sonra dağın öteki tarafındaki Karacasu Köyü‘ne inmekti. O yüzden geri dönmeyecektik. Bu çekici teklif dağın öbür tarafına geçmeden önce sık sık aklımıza geldi :)

Çulhalar’dan başlayarak Sarıçalı Dağı’na hafif hafif tırmanmaya başladık. Eğim giderek artıyor, uzun ama yavaş yavaş çıkıp, sık da mola verdikçe yorucu olmayan bir yokuş. Yine de yürüyüş yapmaya alışık olmayanlara önerilmeyecek düzeyde. O sık sık ağaç gölgelerinde verdiğimiz molalarda arkamıza baktığımızda, karşı dağları ve yerleşimleri yüksekten görebildik. Daha yükseldikçe daha geniş bir açı bizleri bekliyordu. Her bir durdurduğumuz ağaç gölgesi, esintinin de etkisiyle “beni burada bıraksanız, tüm gün burada yayılıp otursap, kitap okusam” dedirtti bana.

Dağın tepesine vardığımızda, 1740m yükseklikte geniş bir düzlükle karşılaştık. Uzun bir çıkıştan sonra, rahat rahat yürümek büyük bir keyifti. Önce silindir şeklinde dikilmiş bir taşa denk geldik. Etrafında bir sürü uğur böceği olması, bu tür taşlar ile ilgili yerel halkın öykülerini hatırlattı. Biraz ileride de bir dilek kuyusu (daha doğrusu çukuru) vardı. Düzlükten dört bir taraf ayaklarımız altındaydı. Çulhalar Köyü’nün ne kadar küçük görüldüğüne baktıkça, “biz buradan mı geldik, vay…” dedirtti. Kaya şekillerinin ve yarıkların birbirinden güzel görüntüleri de cabası.

Düzlükte ilerledikçe çayırlar, ağaçlar, aralarındaki değişik bitkilerle karşılaştırık. “Şakayık” olduğu söylenen bir bitki kimine göre uzaktan bir gül, kimine göre ise fazla besili bir gelinciğe benziyordu. Yıldırım çarpmış bir ağaca da denk geldik, yağmurlu havalarda dağın tepesinin yıldırım çektiğini de söylediler. “Karamuk” bitkisinin yapraklarının tadı aynı kuzukulağına benziyordu, limonlu ve ekşi tadını almak için arasıra geçtiğim bitkilerden koparıp ağzıma attım.

Tekrar adını koydum, yürüyüşten önce hiçbir ahval ve şeraitte unlu mamül yememem gerekiyor. Nallıhan’a yol uzun olunca, pek acıkmıştım ve yarım saat molada önüme ne geldiyse saldırdım (bazlama tostu ve poğaça). Sonuç olarak mideme oturdu ve yürüyüş sırasında uzuuun süreler onun ağırlığını hissettim, acıkmadım, acıkmadığım için öğünlerim kaydı ve bir öğünü kaybettim…

Dağdan aşağı inmeye başladığımızda ise artık bitki örtüsü iyice değişmiş, İç Batı Karadeniz’deki o güzel ormanlardan birinin içinden geçmeye başlamıştık. Yüksek ve yeşil ağaçlar arasından iniyorduk. İnişin sonunda “Uyuzsuyu Şelalesi”nin olması gerekiyordu ama hiç su sesi duymamamız daha yolumuzun daha uzun olduğunu gösteriyordu. İnerken yer yer dönüp dağın farklı yerlerindeki dik yamaçlara baktığımızda, “ne yani biz bunun tepesinde miydik” demeden duramadık. Dağın belli yerleri çok dik kayalıklardan oluşurken, bizim indiğimiz yüz ise tabanı sağlam bir ayakkabı dışında ek bir ekipman olmadan (baston kullanmak tercih nedeni) inilebilir idi.

Şelaleye vardığımızda, çayıra yayıldık uzun bir mola verdik. Yürüyüş sırasında arada verdiğimiz molalarda da pek hızlı toparlanamadığımızdan (grubun birbirinden kopmaması için de) şelaleye gelmemiz 16:00’yı buldu. Neyse ki yazın gündüzler uzun…

Şelalede tabelaya “Karacasu (Uyuzsuyu) Şelalesi” yazmışlar. Sanırım Uyuzsuyu ismi iter insanları diye düşünüp, adını yakınındaki bir köyden alsın diye uğraşışlar. Oysa bu tip isimler özgünlük sağlıyor. Cins olsun diye, değişik isimler vermeye kasılsın demiyorum ama asıl ismini korumak, kültürü korumanın bir parçası aslında.

Şelaleden sonra artık dere yatağını takip etmeye başladık. Derenin yürümeye izin veren yerlerini kollayarak, dere bir o tarafına bir bu tarafına geçtik. Tabii dereden geçmek için her zaman taşlar ya da kütüklerden yapılmış köprüler işe yaramadı, ayakkabılarımızı ve paçalarımızı ıslattık da yer yer. Neyse ki buna hazırlıklı gelip, yedek ayakkabı ve çorap bulunduruyorduk hepimiz. Öyle olmasa bile, sıcak havada ıslak ayaklar ferahlamayı bile sağlıyor :).

Karacasu Köyü’ne vardığımızda, bizi aracımızın da beklediği köyün konaklama/yemek yerine vardık. Kültür gezisi yapan teyzelerin şaşkın bakışları arasında 30 kadar kişi içeri doluştuk. Soğuk ayran ilaç gibi geldi, bir tane yetmedi, iki bardağı birden hüplettim.

Dönüş yolunda, önce Beypazarı’ndan geçtik, festival varmış, akşam saatinde trafiğe yakalandık. Ayaş’ta ise çorba içmek için durduk, ben ama hemen dutçunun elindeki dutlardan 1.5 kg aldım. Daha tam hepsinin olgunlaştığı zaman değil (o zaman da bir hafta falan sürüyor anca) ama çoğu orta karar, bir kısmı tam kıvamında lezzete sahip oluyorlar.

Eve varıp, duş alıp, kendimi yumuşak yatağa bıraktığımda saat 23:00’ü gösteriyordu. Nallıhan’a gidiş/gelişteki uzun yola hepsinin değdiğini düşündüm. Bir günde, birçok şeyi azar azar tadarak geçmiştim bile. Bir de aralarda molaları daha kısa tutaydık, çok daha erken evimize varabilirdik :).

Gezi | 1 Yorum »
 

Çeltikçi Ağsar Kalesi’ne Dönüş

10 Haziran 2012 Pazar, 00:52

Uzun zamandır gittiğim/gördüğüm yerler, yaptığım yürüyüşleri yazıya dökememişim. Şöyle bir döndüm günlük yazılarıma baktım da, en son geçen sene Eylül’de yaptığım tatilden beri bişiler yazmamışım. O Eylül’e kadar bile arada bir sürü atladıklarım var. Isparta’da dağ şenliğiyle Dedegül’e çıkış, Kıbrısçık’ta dağ maratonu ve daha niceleri…

Ablam gibi ben de leyleği havada görmeyi seven bir insanım. Ancak onun kadar zaman ayırıp gördüklerimi yazıya dökemediğim için onu pek kıskanıyorum :).

Gelelim yazımızın konusuna… Yazmaya fırsatım olmadıklara hayıflanmayı bir kenara bırakıp, geçen hafta Pazar günü Çeltikçi yakınlarındaki Ağsar Kalesi civarlarında yaptığımız yürüyüşten bahsedeyim. Oraya ilk kez geçen sonbaharda (Kasım’da) gitmiştim, yürüyüş rotasını çok beğenmiştim, bu kez de ilkbahar sonunda nasıl olduğunu görme fırsatım oldu.

Yürüyüşe çiçekler ama daha da güzeli limon kekikleri (ve kokuları) arasından geçerek başladık. Yolun önemli bir kısmı boyunca o kekikler bizi izlediler. Çeltikçi’ye Ankara-İstanbul otobanı üzerinden varıyoruz, bunun en kötü tarafı E-5’teki enfes sabah/akşam lokantalarından mahrum kalmak oluyor. Otoban üzerinde Ankara çıkışında işe yarar bir yer yok :/. Sabah kelle-paçamı içememiş olmanın verdiği etsizlikle, kekik kokuları daha bir içime işliyor.

Seyrek ağaçların bulunduğu açıklık bir bölgede, genellikle keçi patikalarını izleyerek tepelerin yamaçlarından ilerledik. Yöre seyrek ağaçlara sahip olmasına karşın, güzel yamaçları, tepeleri, vadisi ve deresiyle çok güzel görüntülere sahip. Fotoğraflar hakkını veremiyor.

   

Yürüyüşün başlangıcı ile sonu dışında su bulamayacağımız için, bendeniz bol su içer (ve boşaltır) bir insan olarak, sıcak havayı da hesaba katarak sırtımda 4.5 litre su taşımak zorunda kaldım. Elbette yürüyüş ilerledikçe su azalıyor ama insan bu tip durumlarda Mart-Nisan civarı yapılan yürüyüşlerin değerini daha bir iyi anlıyor.

Tabii ben en azından su taşıyordum, doğa meraklısı bazı arkadaşlar (başta Jak olmak üzere) çeşitli kaya parçalarını çok beğenerek çantalarına attılar. Bazılarının çantaları yürüyüş sonunda ciddi biçimde ağırlaşmıştı. Onun yaşına geldiğimde Jak kadar enerjik ve sağlıklı bir bedene sahip olmak en büyük isteklerimden biri :).

Yürüyüşte yeni kışlık dağ ayakkabılarımı da ilk defa denedim. Yaz ortasında kışlık dağ ayakkabısı mı? Evet! Çünkü kışın çok pahalı oluyor meretler, geçen kış o yüzden almayıp 3 mevsimlik (baharlar+yaz) ayakkabım ile yine idare etmiştim, ödülü olarak şimdi yarı hatta üçte bir fiyatına alabildim. Ayakkabıyı açmak için haftaiçi de iki gün kullanmıştım. Meret ağır ama kaya gibi. Alıştıkça pek seveceğim (özellikle karlarda ve engebeli arazilerde).

Yürüyüşün ilk bölümünde inişli çıkışlı yamaçları takip ederek, Ağsar Kalesi’ne kadar varıyoruz ve yemek molası veriyoruz (lembas zamanı!). Kalenin surlarının önemli bir kısmı yıkılmış olduğundan gölge bulmakta zorlandık, ben hemen bir ağaç altında yerleştim. İlk işim ayakkabıları ve çorapları çıkarıp hava almalarını sağlamak oldu.

Dönüş ise tamamen ayrı bir öykü. Çoğunlukla dik, kayabilen keçi patikalarından indiğimiz için gerçekten yer yer zorlayıcı bir hal aldı. Bastonu olmayanlarla baston paylaşıldı. Sağ dizimin “merhabaaa ben de buradayım” dediğini bol bol duyduğum bir dönemdi. İnişin sonunda, vadinin tabanında ise bizi Alicin Deresi bekliyordu.

Dereyi birkaç kez şapadaşupada geçtik… Dere aralarında gerçekten insanın uzanıp saatlerce kafa dinleyebileceği güzellikte ve sakinlikte yerler vardı. Sabahtan sırf bu amaçla gelip, yayılasım geldi tüm gün.

Yürüyüşün sonundaysa kayaya gömülü bir tarihi yapı vardı. Dik bir yamacı tırmanmaktansa, uzaktan bakmayı yeğledik. Üzerinde yeterli araştırma yapılmadığı için ne olduğu tam bilinmiyor, “manastır” diyorlar ama fresk falan vardıysa da içinde kalmamış girenlerin söylediğine göre.

Bu da aynı yürüyüşün sonbaharından bir kare olsun:

   

Yine gelecek ben…

Gezi | Yorum Yok »
 

Özgür Yazılım ve Linux Günleri 2012’de iki yeni kısa seminer

28 Mart 2012 Çarşamba, 23:18

Bu seneki Özgür Yazılım ve Linux Günleri 2012, üç gün sonra (30 Mart’ta) başlıyor. Bilgi Üniversitesi’nde Bilgisayar Bilimleri Bölümü’nün kapatılmasına ilişkin çalkantıları düşününce, Doom-vari ortamı belki de son kez özgür yazılımcılar dolduracak. Gelecek sene başka mekanlara yelken açmamız olası…

Bu seneki etkinlikte iki tane yeni ama kısa (20-25 dakikalık) seminerle etkinliğe konuşmacı olarak katılıyorum.

“Sunucu Ayarlarının Sürümlendirmesi” isimli ilk oturum, sistem yönetimine ilişkin. Uzun ömürlü, 7×24 kurulmak istenen sunucu yapılarında tek bir sistem yöneticisine bağlı bir çalışma döngüsü mümkün olmuyor. Tek kişi bile olsa sadece kendi aklına güvenerek sunucu yönetmesi çok sağlıklı olmuyor. Tıpkı yazılımlar gibi sunucu ayarlarının da sürümlerinin olması, değişiklikleri kimin yaptığının takip edilmesi, e-posta ile değişikliklerin tüm ekibe bildirilmesi, değişikliğin geri alınabilmesi altyapılarından bahsedeceğim. İlgilenenleri 30 Mart Cuma günü 14:00’te etkinliğin 2. salonuna bekliyorum.

İkinci konu ise “MariaDB vs MySQL Karşılaştırması” başlıklı. MySQL’i önce Sun’ın, sonra Oracle’ın satın almasından sonra, MySQL’in kullanımına ve özgürlüğüne ilişkin yoğun bir bilgi kirliliği ve yanlış bilgiler ortalıkta dolaşmaya başladı. Hala çok yaygın kullanılan bir özgür yazılım için bu durum kötü diyerekten, hem bu detayları netleştirebileceğim, hem de MySQL’den türeyen MariaDB’den bahsedip, ikisini birbiriyle karşılaştıracağım kısa bir seminerim var; Cumartesi günü saat 12:30’da ilgi duyan herkesi 1. salona bekliyorum.

Gezegen | 1 Yorum »
 

Pardus Çalıştayı’nın Ardından

26 Mart 2012 Pazartesi, 01:16

Geçtiğimiz 1,5 günü TÜBİTAK’ın Gebze’deki meşhur TÜSSİDE tesislerinde geçirdim, Pardus çalıştayına katıldım.

Bunu duyan çevremdeki insanlar “Ama niye?” sorusunu sordular. Açıkçası giderken hiç umutlu değildim. Pardus, topluluğunun (kullanıcı, geliştirici, çalışan, çözüm ortağı, vs.) önemli bir kısmını kaybetmiş, marka değerini yitirmiş, ürünleri eskimiş bir halde şu anda. Çalıştaya çağrılırken, başka kimlerin çağrıldığı bilgisini alamamış olmam da (sormama rağmen) hiç olumlu bir sinyal değildi.

Benim projeden bir geliştirici olarak kopmak zorunda hissettiğim zamandan yanılmıyorsam sadece bir kişi hala TÜBİTAK’ta çalışıyor, o da yetkili bir konumda değil. Karşımıza çıkacak insanları dinlemek ve yıllarca emeğini verdiğim Pardus’un geleceğini ilk ağızdan duymak istedim.

Oraya vardığımda, çeşitli kanallardan duyduğum ve tahminlerime yakın, 30-35 kişilik, uzun zamandır Türkiye’de özgür yazılımlarla ve/veya Pardus’la uğraşmış, çok önemli bir kısmını tanıdığım bir kadroyla karşılaştım. Eksikler de elbette vardı. Özellikle Pardus çözüm ortaklarının eksikliği göze battı; ben, Hakan Uygun ve Onur Küçük sık sık şapka değiştirerek bu açığı kapamaya çalıştık.

TÜBİTAK’ı temsilen ULAKBİM’in müdürü Ahmet Kaplan vardı, tek yetkili ağız olarak. Üniversitelerarası ağ ile Pardus’un ne ilgisi var diye düşüneceksiniz. TÜBİTAK içi yapılanmada UEKAE’den BİLGEM’e, oradan BTE’ye giden Pardus’un son akıbeti kısa bir süre önce ULAKBİM’e bağlanmak olmuş (henüz resmi işlemleri devam ediyor). Henüz bir proje yöneticisi olmadığı için de onun bir üstü olarak Ahmet Kaplan oradaydı.

Çalıştay organizasyonu ile ilgili dertleri [1], çok da yorulmadan aşmayı başardık. Biraz bocaladıktan sonra yöntem oturttuk. Sorunları ortaya döktük, tartıştık. Kullanıcısından, geliştiricisine, kamu kurumundan, çözüm ortağına, üniversitesine, çeşit çeşit insandan sağlı sollu konular gündeme geldi. Hiç beklemediğim biçimde Ahmet Kaplan hemen hepsini açıksözlülükle ve başarıyla yanıtladı. Kendi görüşlerini de söyledi ancak ısrarcı olmadı, bizlerin görüşleri doğrultusunda ilerledi.

TÜBİTAK’ın kurumsal masaüstü sürümünün tamamını üstlenirken; bireysel sürüm için topluluğa teknik destek vereceğini, altyapı sağlayacağını ve temelini oluşturacağını belirtti. “Üstlenme” kısmını açmak gerekirse, bunun sadece TÜBİTAK bünyesinde insan çalıştırarak değil, çalışmaları üniversitelere ve sektör firmalarına fon sağlayarak yaptırmak yönteminin izleneceğini de ifade etti.

Ulakbim’in kendi projelerinde oluşturabildiği *resmi* bir kurul yapısından bahsedildi. Aynısını Pardus’un geleceğine yön vermek için oluşturmakta hemfikir olduk, 8 kişilik [2] bir temsilci kurul listesi oluşturduk:

* TÜBİTAK yönetim temsilcisi
* STK temsilcisi
* Kullanıcı topluluğu temsilcisi
* Geliştirici temsilcileri (biri topluluktan olmak üzere 2 kişi)
* Pardus çözüm ortaklarından bir temsilci
* Üniversite (akademik) temsilcisi
* Kamu kurumlarından temsilci

Çalıştaydan sonra TÜBİTAK dışında kalan kitle olarak ilk hedefimiz, temsilcisi olacak her grubun kendi temsilcisini belirlemesi olacaktır sanıyorum. TÜBİTAK tarafında ise bu kurulun resmi kuruluş işlemlerini tamamlamanın Nisan ortasını bulacağı iletildi. Ben kurulun sadece söz üzerinde değil, resmi olarak çalışacak olmasını umut verici buldum.

Proje artık, Ulakbim’e bağlandığı için proje çalışmalarının da Gebze’den Ankara’ya taşınması söz konusu. Zaten az sayıda kalan Pardus’un eski çalışan kadrosunun (çalıştaya katılan yanılmıyorsam 6 kişiydi) bir kısmı daha Ankara’ya taşınmak yerine, ayrılacak ya da Gebze yerleşkesindeki başka bir projeye geçecektir diye tahmin ediyorum. Açık söylemek gerekirse, zaten dibe vurmuş ve çok yıpratıcı bir süreçten geçmiş bir proje için, sıfırdan yeni bir yönetimle, yeni bir şehirde ve çoğunluğu yeni çalışanlarla başlamak çok daha iyi de olabilir.

Beklentilerimin düşüklüğünden de olsa gerek, beklemediğim iyi bir başlangıç oldu. Bazı yerlerde “fazla pembe” bile gözüktüğünü itiraf etmeliyim. Kendi adıma, Pardus’un yeni yönetimini temsilen orada bulunan Ahmet Kaplan’ın bu 1,5 gün içerisinde bundan daha iyisini yapabileceğini düşünmüyorum. Tutarlı davrandı, yapabileceğini düşündüklerinin sözlerini verdi, karşı çıktığı da oldu ama “benim dediğim olacak” demedi. Umutsuz ve karamsar gelen insanların oradan umutlu ayrılmasını sağladı.

Çalıştaya katılan herkesin kafasında, benim gibi, hala bir “Acaba?” sorusu mutlaka vardır. Ortada eski yönetimin bu kadar fazla verdiği ve tutmadığı söz varken, aksi de beklenemezdi. Şimdi hep beraber bu sözlerin davranışlarla desteklenmesini umutla bekleyeceğiz.

* * *

Not 1: Sorunlar da elbette vardı. Program çok başarılı düşünülmemişti, Maddog’un katılımlarında ve konuşmasında dil problemi yaşandı. Maddog’un konuşmasının ilk bölümü çok da gerekli değildi (bu kitleye “Özgür yazılım nedir?”den başlamak anlamlı olmadı). Semen Cirit’in 3000 kişilik dağıtımların şemalarını anlatması da insanları esas konuya girme konusunda sabırsızlandırdı. TÜSSİDE, kurumların çalışanlarını kaynaştırmak ve işbirliği arttırmak için tasarlanan standart şablonları bize uygulamaya kalktı; neyse ki kısa sürede bu hatadan vazgeçirdik kendilerini.

Not 2: Aslında kurul 7 kişi olacaktı ama Necdet Yücel ısrarla geliştirici temsilcisinin tek değil, dışarıdan ve TÜBİTAK personeli olmak üzere iki tane olmasını savundu. Hemfikir olamadık bir türlü o konuda.

Not 3: Eskiden Pardus çalışanı olarak Pardus’u geliştiren, çalıştaya çağrılmayan, bir kısmı arkadaşım da olan insanların çalıştay hakkında Twitter’dan “şakımaları”nı ise içim acıyarak okudum. Profesyonel iş yaşamlarının da bir parçası olduğu ve olayı içeride yaşadıkları için acılarını çok iyi anlıyorum — ben de Pardus çözüm ortağı bir firmanın yönetici ortağı olarak yaşanan çalkantıdan topluluktaki herhangi bir kişiden çok daha fazla zarar gördüm. Ancak yine de şakıdıklarını kendilerine yakıştıramadığımı belirtmeliyim.

Not 4: Şöminede sucuk, Maddog’un acayip acı sosu, yarı (İ)skoç paylaşımı, tatlı sohbetler ve güzel insanlar da bu ciddi toplantının eğlenceli anıları oldu.

Gezegen, Pardus | Yorum Yok »
 

SVN depoları arası dizin taşımak

22 Aralık 2011 Perşembe, 19:40

SVN sürüm kontrol sisteminde bir dizinin kopyasını almak ya da taşımak istediğinizde, bunu svn cp ve svn mv komutları ile yapabiliyorsunuz.

Basitçe svn add ile sıfırdan eklemekten önemli bir farkı var bunun; SVN tarihçesini kaybetmiyorsunuz, geçmişe aynen bakabiliyorsunuz.

Ne yazık ki svn cp/mv komutları, depolar arası taşımacılık hizmeti vermiyor. Bir depodan diğerine bir dizini ya da deponun tamamını tarihçesi ile beraber taşımak isterseniz, bunun için SVN sunucu üzerinde svnadmin komutuyla doğrudan depolara erişmemiz gerekiyor.


svnadmin dump tasinacak_deponun_tam_yolu > /root/tasinacak_depo.dump

komutuyla deponun dökümünü aldık. İçinde tüm revizyonlar da var. Aldık almasına da, tüm depoyu değil de, sadece içinden sadece bir dizini aktarmak istiyorsak, burada bir temizlik yapmamız gerekiyor. İşte o noktada imdadımızı svndumpfilter komutu yetişiyor.


svndumpfilter include --drop-empty-revs --renumber-revs tasinacak_dizin_adi < /root/tasinacak_depo.dump > /root/tasinacak_dizin.dump

Bu komut içinde dizin_adi geçmeyen revizyonları temizliyor, temizlerken de –drop-empty-revs ile arada aktarılmayan revizyon numaralarını siliyor, –renumber-revs ile de tekrar numaralandırıyor. Eğer tüm depoyu doğrudan taşıyacaksanız, bu adımı atlayabilirsiniz.

Sonunda oluşan dosyayı da, yeni depoya aktarıyoruz:


svnadmin load yeni_deponun_dosya_sistemindeki_tam_yolu < /root/tasinacak_dizin.dump

Bu komut dump'taki revizyonları tek tek okuyup, yeni depoya sanki sıfırdan yeni bir revizyonmuş gibi işliyor.

Elbette bu işlemler sırasında tarihçeyi olmasa bile, revizyon numaralarını kaybediyoruz. Çünkü eski depodaki 234 numaralı revizyonu, yeni depoda da halihazırda aynı revizyon numarasına sahip bir işlem olduğu için korumak mümkün değil. Sırada kaç numra varsa, örneğin 48727 gibi bir revizyon numarası alabiliyor.

Genellikle bu bir sorun yaratmıyor ama eğer eski revizyon numaralarını kullanarak bağlantı verilmiş iş takip sistemi gibi bir uygulama varsa, revizyon numaralarını doğrudan çöpe atmak istemeyebiliriz. O zaman svnadmin load komutunun çıktısını ayrıştırarak, bir tablo oluşturarak hangi revizyonun neye karşılık geldiğinin bir tablosunu oluşturmak ve ona göre iş takip sistemindeki bilgileri de güncellemek mümkün.

Bu işlemleri yapmak için sunucuya erişiminiz yoksa, çareler tükenmez, o zaman SVN deposu yansılamak için devreye soktuğumuz svnsync komutu imdadımıza yetişecektir.

Gezegen | Yorum Yok »
 

Pardus Kurumsal 2’de Samsung ML-1660 yazıcısının kullanılması

16 Aralık 2011 Cuma, 14:39

Geçtiğimiz Mart ayında yeni bir yazıcı alırken, daha önce birçok yerde kullandığım ve fiyat/performansından memnun kaldığım Samsung’un ML-1610 yazıcısından almak istemiştim. Ancak piyasada bulamadığım için tipi (ve fiyatı) ona çok benzeyen ML-1660 yazıcısından almıştım.

samsung_ml1660

Aldım almasına ama tipi benzerken, içi o kadar benzemiyormuş ki Pardus Kurumsal 2’ye takmamla tanıması bir olmadı (ML-1610’un aksine). Pardus bana baktı, ben ona baktım ve sonra Google’a bakmaya başladım.

Samsung sitesine Linux sürücüsünü yerleştirmiş, “unified linux driver” başlığı ile. Tek yapmam gereken onu alıp içinden işe yarar olanları almak oldu. Dosyayı indirdikten sonra, arşivi açıp, arşivin kök dizinine geçip;


cp Linux/noarch/at_opt/share/ppd/ML-1660spl.ppd /usr/share/cups/model
cp Linux/i386/at_root/usr/lib/cups/filter/rastertosamsung* /usr/lib/cups/filter

komutlarını çalıştırdım. Eğer sisteminiz 32-bit değil de 64-bit ise, i386 ile olan dizindeki değil x86_64 olan dizindeki dosyaları kopyalıyorsunuz.

Daha sonra yazıcıyı tekrar açtığınızda/taktığınızda Pardus otomatik olarak tanıyor yazıcıyı.

Mart’tan beri aklın neredeydi diyenler için, aslında anında Pardus’un hata takip sisteminde bir hata raporu açmıştım. Geçen gün aklıma geldi, baktım hatada bir gelişme yok, daha görünür bir yere bir günlük yazısı yazayım da insanların işine yarasın dedim.

Gezegen | 1 Yorum »
 

Bir SVN Deposunu Yansılamak

22 Kasım 2011 Salı, 00:13

Hiç bir SVN deposunun birebir yansısını tutmak istediniz mi? Sadece içeriğinin “son” halini değil de, logları ve revizyonları ile tüm tarihçesini.

Örneğin bir uygulama SVN’e entegre olabilmek için depo dosyalarına doğrudan erişebilmek isteyebilir (ör: bir iş takip sistemi) ama ikisi ayrı sunucularda bulunmak zorunda olabilir — bir fiziksel mekan ayrılığı bile söz konusu olabilir.

Ya da basitçe kendinizin sadece okuma erişimi olan bir SVN deposunu yedeklemek isteyebilirsiniz (İnternet’in yedeğini alalım!).

İşte bir SVN deposunun tarihçesi ile beraber bir kopyasını almak ve sonra o kopyayı güncel tutmak için, Subversion paketi ile beraber svnsync isimli caanım bir komut var.

Öncelikle bir dizin oluşturuyoruz:


mkdir /home/kullanici/svn_yansilarim

Daha sonra svnadmin komutu ile yeni, boş bir SVN deposu oluşturuyoruz:


svnadmin create /home/kullanici/svn_yansilarim/depo1

SVN depomuzu revizyonların özelliklerini değiştirebilir biçimde ayarlamalıyız ki, svnsync bir kullanıcı ile bağlanıp svnsync revizyonlardaki değişiklikleri uzaktaki depoya benzetebilsin.

Bunun için /home/kullanici/svn_yansilarim/depo1/hooks/pre-revprop-change adında bir dosya oluşturup, içine aşağıdaki betiği yerleştiriyoruz:


#!/bin/sh
USER="$3"

if [ "$USER" = "svnsync" ]; then exit 0; fi

echo "Only the svnsync user can change revprops" >&2
exit 1

Yansı depomuzun yapısını, svnsync’e vereceğimiz init parametresi ile oluşturuyoruz:


svnsync init --username svnsync file:///home/kullanici/svn_yansilarim/depo1 https://svn.halkacikdepo.com/depo1

svnsync komutuyla artık asıl yansılama işlemine başlayabiliriz. Komut her revizyonu tek tek karşı sunucuya bağlanıp çekeceğinden, bu işlem büyük bir depoda çok yavaş sürecek ve bir sürü disk işlem gerçekleşecek:


svnsync sync file:///home/kullanici/svn_yansilarim/depo1

Bir kez depoyu tamamen yansıladıktan sonra, artık aynı komutla yeni revizyonları kolayca ve hızlıca yerelinize alabilirsiniz.

Gezegen | Yorum Yok »