Öyle bir seyir defteri…

Küpes (Lopa) Izgara ve Balık Sayıklamaları

30 Nisan 2017 Pazar, 15:20

“Denizden babam çıkarsa yerim” cümlesini herhalde benim için kurmuşlar :)

Et sever bir insan olarak, günde bir öğün bir çeşit et ya da etten yapılan bir yiyecek yemeye çalışırım. Yanında da bol salata oldu mu, öğün tamamdır. Derin dondurucumda her zaman et bulunur, bir akşam öncesinden çıkarıp çözdürebilmek ve yemeğe dönüştürebilmek için.

Deniz kenarında yaşamamama rağmen, et olarak her zaman ilk tercihim balık olmuştur. Sadece balık da değil; ahtapot, kalamar, karides, midye ve daha nicelerini bayıla bayıla yerim. Tek beklentim lezzetli olmaları. Üzerimde yaptığım deneylerde, 30 gün üstüste her öğlen bıkmadan balık ve salata yiyebilmişliğim (ve o kadar süre hiç başka et yememişliğim) var. Deneyi birden fazla kere de başarıyla tekrarladım üstelik :). Sonra da bir hana dalıp “hancı et getir” diye haykırmış da değilim :P.

Pişiriliş yöntemi olarak birinci tercihim ızgara. Hem balığın tadını daha iyi alabiliyorum hem de hafif oluyor. Kızartması çok güzel olan balıklar var (bkz mezgit). Fırında, buharda, haşlanmış, vs yediğim ve “yaav ızgara ya da kızartması böyle güzel olamazdı” dediğim bir balığa ise henüz rastlamadım :).

Balık konusunda yine uzak durduğum bişi limon. Limonun çoğu zaman, her ne yemeğe sıkılırsa sıkılsın, o yemeğin tadını alıp yerine limon monte ettiğini düşünüyorum. Balığı limonlama ihtiyacınız varsa ya balığın tadını beğenmemişsiniz (kötü yemek yoktur, yeterince limon yoktur) ya da balık kızartılmıştır ve kızartması başarısızdır. Limon çok seviyorsunuz anlıyorum ama gidin sade yiyin o zaman, balığı niye mundar ediyorsunuz?

Ne yazık ki çoğu insan levrek, çupra, somon, hamsi, palamut beşgeninden çıkamıyor. Plaseden barbun. Bir de üzerine lagos, lüfer, kalkan gibi fiyatları da fantastik olan balıklara yönelenler var. Bu yüzden balıkçılar ve balık lokantalarında da anca bu balıklar bulunuyor. Oysa ülkemizde (o kadar denizleri mahvetmemize rağmen) çıkan çeşit çeşit balık var.

Çoğu insanda bir de balığın kılçıksız, löp et olması gibi bir beklenti var. Bir kere kılçıksız balık olmaz. Kılçık dediğimiz balığın iskelet sistemi yav. Kılçıksız olması için ya kılçıkları küçük olup biz çatır çutur yiyebiliriz ya da iskeletini, kafasını ve kuyruğunu kesip atıp bize verirler. Tabii bunu yaparken balığın birçok lezzetli eti de iskeletle beraber gidiyor. İnsanlarda bu beklenti o kadar yüksek ki balığın gerçekten lezzetli olması, daha fazla miktarda yenilebilmesi, ucuz olması falan ikinci plana atılıyor. Üstte saydığım balıklara yönelinmesinin bir nedeni de o. Sonra bu balıkların fiyatları tavana vuruyor, mümkünse deniz yerine çiftliklerde yetiştirilerek fiyatları düşürülüyor ve aynı anda lezzeti de gidiyor tabii. İnsanlar da ya “balık da çok pahalı yaav” diyor ya da ucuza yedikleri balıklar çiftlikte yetiştikleri için tatlarını beğenmeyip uzaklaşıyorlar.

Son yıllarda önce Datça’da yaptığım uzun tatillerde sabah balıkçıları gezerek, daha sonra Ankara’da da Metro Market’in zengin balık reyonu sayesinde çeşit çeşit balıkla tanıştım. Elbette daha çok sevdiğim ve daha az sevdiğim balıklar oldu.

metro_market_balik_reyonu_290417

Küpes bu balıklar arasında fiyat/performansı benim için en başarılı balıklardan biri. Ucuz (şu anda kilosu 10 TL civarı), yağsız ızgaralanabiliyor ve lezzetli. Güzel bir başka artısı da kafasını uğraşıp didiklemeden doğrudan yiyebilmem (o benim güzelliğim de olabilir tabii). Datça tarafında küpese lopa diyorlar.

Küpesi ızgarada bütün olarak pişiriyorum. Öncesinde dışını bir yıkıyorum ki balıkçının ayıklamasından sonra kaldıysa pulları (ele geliyor) alayım diye. Sonra da içini bir kontrol ediyorum, baştan savma bir temizlik sonrası kalmış artıklar (siyah siyah görünür) var mı diye. Sonra dışını tuzlayıp, ızgaraya koyuyorum ve pişiriyorum.

Izgarada pişirirken üç önemli nokta var dikkat ettiğim:
* Balığın bıraktığı yağında pişmemesi. Izgaranın boşluklu olması ve yağın başka bir yere akması.
* Balığı ızgaraya çok yaklaştırmamak ve yeterince pişmeden dışının kavrulmasına yol açmamak.
* Çok pişirip kurutmamak.

kupes_izgara_290417

Balığın daha lezzetli olması için zeytinyağında (karabiber, defne yaprağı, vs ile beraber) 10-15 dakika bekletenler var. Izgara öncesi balığa kesikler atıp içine tereyağı koyan, kekik koyanlar var. Deneyebilirsiniz. Ben taze bir küpesi, sade olarak seviyorum.

Yimmek | Yorum Yok »
 

Madımak Otu Kavurması

29 Nisan 2017 Cumartesi, 06:54

Ankara, İç Anadolu’daki birçok şehirde olduğu gibi ot açısından kısırdır biraz. Ege yöresinde olduğu gibi çeşit çeşit ot bulmakta zorlanırız. Otun festivalini bırak, iki masasını yanyana koymak kolay değil. Kuru iklimin dikeni işte. Ot da öyle bişi ki, taze yapılıp tüketilince bir anlamı var. Oralardan buraya gelene kadar ya telef oluyor, ya da nakliyeden dolayı fiyat saçma bir hale geliyor.

Madımak, bu iklimde yetişen ve pişirilince yenilebilen nadir otlardan. Ülkemizde 90’lı yıllarda aklı başı yerinde olan bizler içinse madımak sözcüğünün tamamen farklı bir anlamı var. Sivas’ta, adını bu ottan alan Madımak Oteli’nde, önemli bir kısmı ülkenin edebiyatını, müziğini, kültürünü oluşturan 37 insanın diri diri yakılması ve aramızdan koparılmasını simgeliyor. İnternet’te “madımak” sözcüğünü aradığınız ilk sıralarda otun değil, bu katliamın çıkması boşuna değil. Birçok yerde “madımak otu” diye özel olarak arkasına “ot” ifadesinin eklenmesi de.

Otların gıcık tarafı, pişirilince sönmeleri (sularını salmaları) ve cücük kadar kalmaları. Koca bir tencere otun piştiğinde bir tavaya sığdığını, bir kilo ot pişirip 2–3 kişi bir öğünde bittiğini görmek mümkün. Yıkamakla mı yemeği yapmakla uğraştığına mı yanasın. Madımağın en güzel tarafı, kuru iklimde yetiştiği için olsa gerek, çok az su bırakması. Bir kilo ıspanakla yaptığınız miktarda yemeği rahatlıkla yarım kilo madımakla yapabilirsiniz.

Madımağın hafif bir ekşi bir tadı var, araştırdığım kadarıyla kuzukulağıgillerdenmiş. Ot salatalarına ekşi tadı vermesi için kuzukulağı kullanma alışkanlığım olduğu için de tadı tanıdık ve hoş geldi bana. Herhangi bir ot gibi böreklerde, çorbalarda, vs kullanılması da mümkün. Çiğ olarak salatada tüketenler de var ama ben hiç denemedim.

madimak

Madımak her ne kadar İç Anadolu’da yetişse de, İç Anadolu’nun en büyük şehrinde yaşayan bizlere gelmesi bir-iki hafta daha alıyor (biraz bolluk gerekli, taşımaya değecek kadar). Dün nihayet madımak satanlar görünce atlayıp bir yarım kilo da ben aldım. Madımağı seçerken aslında satıcı seçmek gerekiyor. Küçük küçük bir ot olduğu için toplanması kolay değil. Yıkamaya ve yapmaya kalktığınızda aradan birçok (tadı güzel olmayan) ot çıkması mümkün. O yüzden araya başka otlar kaktırılmamış madımak satıcısı bulmak, bu sırada da birçok kurbağa öpmek gerekiyor :).

Madımak yıkandıktan sonra, genel alışkanlık saplarının ayıklanması. Ufak ve kuru bir ot olduğu için bunu yapmak tam bir işkence. Ben kendi adıma ayıklamakla uğraşmıyorum. Yemek sırasında birkaç tane sert sap çıkarsa da onu yerken ayıklıyorum. Sonrasında bıçak değdirilmeden pişirilebileceği gibi, ince ince kıyarak pişirenler de var.

Ot yemekleri genelde damak tadına göre birbirine benzer yapılıyor. Madımağın yetiştiği daha İç Anadolu’da ise bu alışkanlık kıyma, et parçası/kemiği, bulgur/pirinç, pastırma, yumurta kırmak, ekmek banmak, sarımsaklı yoğurt gibi ek malzemelerde tatlandırma ve daha doyurucu bir yemek haline getirme üzerine.

Ben genelde otu sadece soğanla kavurup, daha sonra sarımsaklı yoğurtla yemeği tercih ediyorum. Et, bulgur, pastırma, vs katıldığında da yerim bayıla bayıla yanlış anlaşma olmasın :). Ama bu şekilde sadece soğanla ve yoğurtla otun tadını daha iyi alabiliyorum ve daha hoşuma gidiyor. Eğer ek malzemeler katmak isterseniz, bunu madımağı katmadan, soğanları kavurduktan sonra yapıyorsunuz.

3 tane irice soğanı doğrayıp, zeytinyağını emdirerek yavaş yavaş kavurdum. Soğanlar yağı düşük ateşte ne kadar uzun sürede emer ve pişerse, o kadar lezzetli olur derler. O yüzden ben genelde daha yemeğin hemen başında soğanları kavurmaya başlarım ki, otları katana kadar olabildiğince süre kavrulsunlar. Bu aşamada isteğe (ya da ruh haline göre), önce yağda acı toz biber kavurmak ve sonra soğanları o yağda kavurmak da mümkün. Acı ile herkes anlaşamıyor ama madımağa ayrı bir tat kattığı kesin.

Yıkadığım yarım kilo madımağı robottan geçirdim. Biraz düşük devirde yapmakta yarar var, meze haline dönüşmesin madımaklar, biraz da parçaları kalsın, ağza gelsin yenirken diye. Robottan geçirilmiş madımakları da soğanın üzerine ekleyip bir yarım saat kadar kavurdum. Yemek (soğanın bıraktığı) suyu ve yağı çektiğinde tamamız zaten. Çok kurutmamaya dikkat etmek gerekli.

madimak_ot_kavurmasi

Sonra? Eh, bir sarımsaklı yoğurt döküp üzerine yemeğe bakar… :)

Yimmek | Yorum Yok »
 

Böbrekli pilav

27 Nisan 2017 Perşembe, 10:22

Benimle son 10 yılda tanışanlar, sakatatla aramın ne kadar iyi olduğu bilirler. Sadece sakatat değil aslında genel olarak her tür et ve etin her yeri ile iyi anlaşırım. Uykuluk, yürek, dil, paça, kelle, siz adını söyleyin ben yerim…

Utanarak söylemeliyim ki, yaşamımın ilk 25–30 yılı öyle geçmedi. Sakatatla ilişkim kokoreç, hadi bilemedin ciğer düzeyindeydi. Bu kadar sevdiğim etleri bu kadar uzun süre yemediğim için hala hayıflanıyorum.

Yeni nesil modasına uyarak bu konuda faturayı kendime değil, başkalarına çıkarmaya karar verdim. Annemle ablam ben daha portakal bile değilken, bol bol sakatatı bayıla bayıla yerlermiş. Sonra babamın hoşlanmaması nedeniyle sakatat olayı rafa kalkmış ve genlerime işlemiş olan sakatatla ailem sayesinde değil; tamamen kendi çabalarımla tesadüfen tanışmak zorunda kalınca bu hallere düştüm.

Favori ve evde yapmamın ayrı bir keyif olduğu sakatatlardan biri de böbrek. Kasabım ciğer dışında özel olarak sakatat getirmiyor ama bütün gelen hayvanın çıkan “fazla” böbreklerine el koyabiliyorum.

Böbrekte genelde dişi havyanın böbreği, daha ağır koktuğu için tercih edilmiyor. Böbreği kokusundan dolayı sevmiyorsanız, bir dişi böbrekle karşılaşmış olabilirsiniz. Alırken bir de erkek böbreği diye alıp deneyin.

Böbrek, ızgara olarak dışarıda güzelce yenebiliyor ama ben evde sotelemeyi tercih ediyorum. Küp küp doğruyorum. Güzelce yıkıyorum suyun altında ve olabildiğince kurumasını sağlıyorum. Tavaya az bir zeytinyağını kimyon (ve vücudum elveriyorsa acı toz kırmızı biber) ile kızdırıyorum, sonra da böbrekleri bir 10 dakika kadar ateşte çevirip pişiriyorum. O kadar :). Zeytinyağını fazla koymanın anlamı yok, böbrek zaten biraz yağ bırakıyor.

bobrek

Böbreği bu hali ile, aynı şekilde yapılmış ciğer ile karıştırıp yemek güzel. Böbrek biraz daha yağlı olduğu için ciğere inanılmaz lezzet katıyor.

Ama benim için en bi güzeli, böbreği bembeyaz bir pirinç pilavı ile karıştırarak yemek. Genelde ben bulgur pilavını daha çok sevengillerdenim ama böbreğin pirinç pilavı ile tadı bir başka.

Pirinç pilavını ise genelde dökme demir tenceremde yapıyorum. 2 kaşık tereyağı ile 1 kaşık zeytinyağını karıştırarak eritip, suda iyice yıkanmış 2 bardak pirinci birkaç dakika o yağda kavuruyorum. Sonra üzerine 3 bardak suyu ve tuzunu koyup kapağını kapatıp 15 dakika kısık ateşte pişiriyorum. Altını kapattıktan sonra 15 dakika daha suyunu çekmesini bekliyorum. Sonra kapağı açıp bir karıştırıp, kapatıp bir 15 dakika da demlenmesini bekliyorum.

pilav

Böbrekli pilava dönüşmesi için yapılacak çok bişi yok, pilavı ve böbreği alıp karıştırıyorum :). Böbrek yağ içinde yüzmesin tabii ama yağını süzerken de çok ince eleyip sık dokumanıza gerek yok >8-). Pilav-böbrek oranı sizin o anki ruh halinize ya da damak zevkinize kalmış. Pilavın içine böbreğin yanı sıra sotelenmiş yürek, ciğer, kuşbaşı et gibi bişiler de katabilirsiniz tabii. Yanında bir ayran da güzel gidebilir sanki.

bobreklipilav-3

Yimmek | Yorum Yok »
 

Kuşbaşı/Sote Kırmızı Et

10 Nisan 2017 Pazartesi, 22:07

Ben etçil bir insanım :). Tercihen her gün en azından bir öğünde et yerim. Et söz konusu olunca ben genel olarak herhangi bir ayrım yapmıyorum. Lezzetli olduğu sürece her hayvanın her bir yerini yiyebilirim :). Yapılışı da önemli tabii.

Et türü olarak benim bir numaram balık. Aralıksız günlerce yiyebilirim (bir ay hiç balık dışında et yememişliğim var). Sonra kırmızı et, en alt düzeyde ise tavuk ve benzerleri var.

Eti ızgara yapmak her zaman ilk tercihim olmuştur. Sonra kızartma ve en sonda da haşlanarak, buharda, fırında, vs. Haşlama, fırın, buhar tayfasının son tercih olması, genelde eti mundar etmeden yapmayı beceremememden kaynaklanıyor. Caanım ete yazık oluyor. Kendimi geliştirmem gereken bir nokta olduğu kesin.

Etin güzel olabilmesi için en önemli kural, malzemenin yani etin kendisinin iyi olması. Üzerinde acayip malzemelerle tepinmeye gerek olmaz; düzgün yapılınca güzel olur zaten. Eti “yağsız” istemek de çok anlamlı değil, yağlı et piştiğinde lezzetli ve yumuşak olur. Etin kendi yağı da, diğer birçok yağ ile kıyasladığınızda daha sağlıklı kabul edilebilir.

Birazdan söyleyeceğim biçimde herhangi bir parça parça eti pişirmek mümkün. Et kuşbaşı olabileceği gibi, daha minik doğranmış sote şeklinde de olabilir. Benim tercihim kuzu olması ve sotelik doğranmış olması.

1 kg sote kuzu eti düdüklüye koyup, üzerini kapatacak kadar suyu üzerine ekliyorum. Sonra et suyunu başka bir yemekte kullanmak istiyorsanız, daha bol da koyabilirsiniz, bir sakıncası yok. Düdüklünün kapağını kapatmadan, biraz ısıtıp suyun yüzeyinin köpüklenmesini bekliyoruz. Sonra köpüklerini kaşıkla dışarı alıp, düdüklüyü kapatıp, düdük öttükten sonra kısık ateşte 15 dakika pişiriyoruz.

Bir tavada 2 kaşık tereyağı, 1 kaşık zeytinyağı eritiriyoruz. İsteğe göre bu arada kırmızı acı toz biber de kavrulabilir (özellikle kış aylarında). Düdüklüdeki et parçalarının suyunu süzerek tavaya koyuyoruz ve yağla ile karıştırıyoruz. Bir-iki dakika sonra tuz, karabiber ve kekik katıyoruz. Etlerin dışları kızarana kadar arada karıştırarak pişiriyoruz.

kuzu_sote

Sonra? Artık sade mi yersiniz, salatayla mı, pilava katarak mı, ekmekle mi, orası zevkinize kalıyor.

Yimmek | Yorum Yok »
 

Peynirli Enginar

03 Nisan 2017 Pazartesi, 19:53

Enginar mevsiminin açılmasıyla beraber, taze enginarlı yemeklere geri döndük. Enginarın mevsimi kısa sürdüğü, konserveleri de aynı lezzeti vermediği için fırsatı kaçırmamak gerekiyor :).

Her yerde enginar olarak, içine bezelye konan (onun da mevsimi aynı zamanda), bazen patates gibi sebzelerle zenginleştirilen zeytinyağlı bir yiyecek veriliyor. Güzel olmasına güzel de, sürekli de aynı şekilde yiyesi gelmiyor insanın.

Enginarı düdüklüde buharda haşlamayı seviyorum. Sapları çıkarılmış enginarları yıkadıktan sonra, buhar sepetine yerleştiriyorum. Genelde 4 tane orta boy enginar tam sığıyor. Kalabalık bir ekipse, daha fazla da eklenmesi mümkün elbette. Düdük öttükten sonra 8 dakika kısık ateşte pişiriyorum. Sonra da enginarları çıkarıp, çanağın dışını ve içini tuzluyorum.

Ayrı bir yerde peynir eziyorum. Bir keçi peyniri ya da Cebel’in tulum peyniri (çok ağır değil) tercih edilebilir. Birkaç peynirin tadı da karıştırılabilir. Küçük parçalar halinde tereyağı katıyorum, yumurta kırıyorum, doğranmış dereotu katıyorum ve hepsini ezerek karıştırıyorum. Peynir tuzlu ise, tuz katmanıza gerek yok. Başka malzemeler de katmak mümkün (biber, vs).

Elde ettiğim harcı enginarların çanağına doldurup, enginarları o halde fırınlıyorum. Genelde fırının ızgara tellerinin üzerine koyup, akanları toplamak için de altına tepsi yerleştiriyorum (yağlı kağıt ya da alüminyum folyo ile kaplı). Yumurtalar kızardığında da fırından alıyorum.

Soğutmadan yiyelim efem.

Yimmek | Yorum Yok »
 

Mihalıççık’a Dönüş

02 Nisan 2017 Pazar, 16:53

Uzun zamandır yürüyüş yazısı yazmıyordum. Sosyal medyanın gözü kör olsun, kısaca birkaç cümle karalayıp, birkaç fotoğraf iliştirip sıvışma kolaylığına kaçıp duruyorum. Hatta çoğu zaman etiketlenen fotoğraflarla bile yetiniyordum.

Dağ yürüyüşleri (trekking) zaman ayırabildiğim ve fiziken bir sorunum olmadığı sürece yapmayı en sevdiklerim arasında yer alıyor. Yaklaşık 6 yıl önce yazdığım yazıma bir göz atmak isteyebilirsiniz.

İlk göz ağrım Gökhan Koçak Ankara çevresinde yürüyüş rehberliğini bıraktığından beri ise içimden bir türlü yürümek gelmiyordu. Onunla yürüyen kiminle konuşsam, sudan çıkmış balığa dönmüş durumdalar. Yine bir gün Gökhan’a kiminle yürüyeceğim diye söylenirken “gel beraber yürüyelim ikimiz” dedi. Aylar sonra yine yeşil sahalardaydım :)

Son yıllarda en sevdiğim rotalardan biri ile Eskişehir’in Mihalıççık ilçesinde Gökçekaya Barajı yakınındaki Çalkaya Köyü’nden başlayarak Mıhlıkaya tepelerine doğru tırmanmamız. İlk olarak 2015’in Ekim’inde yürümüştüm. Bir kere 2016’da, son olarak da iki hafta önce Gökhan’la kendimi aynı tepelerde buldum.

Mihalıççık, eskiden Ankara’nın bir ilçesiyken, daha sonra Eskişehir’e bağlanmış. Aslında her iki şehre de uzak: Eskişehir 90 km, Ankara’ya da 170 km. Yürüyüşe başladığımız Çalkaya Köyü ise Ankara sınırına yakın, Mihalıççık’ın kendisine 45 km olduğu için neredeyse Eskişehir ve Ankara’ya eşit uzaklıkta (~135 km).

Ülke genelinde köyler boşalıp kente göç varken, Çalkaya gibi en yakın kente bu kadar uzak olan bir köy bu göçten fazlasıyla nasibini almış. Köyde gördüğüm insanların çoğu dede-nine yaşlarında. En genci, haftasonu ailesine yardım etmek için gelmiş (orada yerleşik oturmayan) 40 yaşlarında bir adamdı. O da sonra evine dönecekti. Köyde genç yok, köyünden ayrılmak istemeyen o nesil de yaşamlarını tamamladıklarında köyde kim yaşamaya devam edecek diye düşünmeden edemedim.

İlk gittiğimiz 2015 yılında, kalabalık bir ekiptik, birileri “satın alabilecekleri” bişiler sorduklarında köylüler anlam veremeden bakmışlardı onlara. Haliyle diğer köyler gibi yol geçen hanı değiller ki. Öyle turistik bir yer de değiller. Tahminim sadece kendilerine yetecek kadar üretim yaparak yaşıyorlar. Yine de biz yürüyüşten döndüğümüzde ise, bizim için yakın çevredeki ağaçlardan ceviz toplamışlardı. Öyle az-buz miktarda bir ceviz de değildi (30 kişiye yetecek kadar). Sanırım uzun zamandır yediğim en lezzetli cevizdi. Şu anda bizlerin şehirlerde ceviz yiyebilmek için verdiğimiz parayı düşününce insanın içi tekrar cız ediyor. Buralarda ağaçtan toplanabilen o lezzetli cevizler hiç biz şehirli insanlara ulaşamıyor bile. İşsizliğin dizboyu olduğu ülkemizde, kimse gelip buralardan o cevizleri toplamıyor, yiyebilecek insanlara ulaştırmıyor. Ya da başka bir bakış açısıyla yiyebilecek insanlar buralarda yaşamıyor. Cevizlerimiz de heba oluyor. Bu belki tamamen başka bir yazının konusu ama yürüyüş için geldiğimde bunları da düşünmeden edemiyorum. Benim için yürüyüş rahat bir kafa ile birçok şeyi düşünmem için her zaman güzel bir araç olmuştur.

Sabah 7’de Gökhan’ı çevreyolu çıkışının oradan aldıktan sonra, Çalkaya Köyü’ne varmamız düşündüğümüzden çok daha hızlı oldu. Sabah 9’da oradaydık. İki kişi yürüdüğümüz için de, grup halinde yürüdüğümüzden çok daha hızlı mesafe aldık.

Ben 6 aydır dağda yürümediğim için kaslarım alışık değildi. Yine de iyi ayak uydurdum gibi geliyor. Beynim de alışkanlığını yitirmiş: Topuklarıma yara bandı takmayı unutmuşum (dik tırmanışlarda ayakkabının içinde ayağım gezdiği için su toplayabiliyor). Yol ortasında durup kar tozluğundan başlayarak bir çıkarma ve geri giyme eylemi için kafadan bir 15-20 dakika mola vermek zorunda kaldık.

Rota, tüm klasik Gökhan rotaları gibi yürüyüşün ilk yarısında aralıksız bir tırmanışın ardından aralıksız iniş içeriyor (ufak-tefek iniş-çıkışları saymazsak). Orman yolu, açık arazi, keçi patikası, kayalıklardan yürüme, ne ararsanız bu rotada var. Her dönüşte, her bakışta enfes manzaralarla.

Tırmandığımız tepenin güney yamaçları Akdeniz ikliminde olduğundan yumuşak olmasını bekliyorduk. Çıkmaya başladığımızda hava ılıktı, ben her zamanki gibi hızla ter atmaya başladım. İlkbaharda olmamıza rağmen daha ağaçlar çiçek açmadığı ve yerde sonbahardan kalan yapraklar olduğu için bir sonbahar yürüyüşü tadı yakaladım yer yer. Yine de yükseldikçe hava soğudu, rüzgar sertleşti, karlar içinde yürümeye başladık. Ben erkenden bir üst değişmek zorunda kaldım. Dönüşün son iki saatinde, karlardan indiğimizde ise daha önce kuru geçtiğimiz yumuşak iklimde bizi yağmur bekliyordu. Hafif ve çiselediği için güzel bir tat kattı yürüyüşümüzün sonuna.

Daha yürüyüşün başında önümüzden (bir 50-70 m) iki dişi geyik koşarak geçtiler. Yürüyüş sırasında bir karaca sürüsünün ayak izlerini gördük karda (tabii ben ayırt edebildiğimden değil, Gökhan’ın yalancısıyım). Sonlara doğru daha farklı ayak izleri de gördük:

gokcekaya_ayakizi_20170319

Grup halinde geldiğimizde Mıhlıkaya’ya kadar çıkıp, oradan geri dönerken, bu sefer Mıhlıkaya’nın yanı sıra yangın kulesinin olduğu daha yüksek olan tepeye de çıktık. Tüm yürüyüş toplam 15 km sürmüş. Toplamda ise 1100 m dikey olarak tırmanmışız. En yüksek çıktığımız tepe olan yangın kulesi 1850 m idi.

Yangın kulesinden baktığımızda, yürüyüşe başladığımız köy çok uzaklarda görünüyordu:

gokcekaya_yangin_kulesi_20170319_131513

Mıhlıkaya her zamanki gibi formundaydı. Sert rüzgar olmasa, orada yemek molası verip yine uzun uzun seyretmek isterdim:

Yemek molasını daha korunaklı bir yerde verdik. Klasik menüm, et ve ot idi :). Birer demet roka ve tereyi bir akşam önceden ızgaraladığım köftelerle yidim. Gökhan’la beraber girebildiğimiz nadir karelerden birini o sırada çektik:

gokcekaya_yemekmolasi_20170319

Yemekten sonra inerken çoğunluğu keçi olan bir sürüye ve sahibine rastladık. Yeşilyurt Köyü’ne yaklaşmışız. 20 yıl kadar önce Çalkaya’dan kopup buralara gelip Yeşilyurt’u kurmuşlar. Sürüde 250 baş hayvanı varmış. Komşuları istedikçe arada keçilerin sütünü sağsalar da, çoğunlukla uğraşmıyorlarmış. İhtiyaçları yokmuş. Yine şehirde yokluk, buralarda bolluk anı. Cömert sürü sahibi, bir sonraki gelişimizde önceden haber vermemizi ve bize et yapabileceğini söyledi.

gokcekaya_suru_20170319

İki kişi olup hızlı yürümekten kazandığımız zamanları fotoğraf çekmekle harcadık. Benimle yürüyenler bilir, fotoğraf çekmekle hiç uğraşmam :). Aslolan yürümektir benim için. Genelde grup halinde çekilen bir sürü fotoğraf olur (n kişi yürüyünce), ben de onlardan nasiplenirim olduğu kadar. Gökhan molaları genelde fotoğraf molasına çevirdi. İlk başta ben hiç ilgilenmiyordum olayla (Gökhan’ın fotoğrafını çekmek dışında), sonra bir anda jeton düştü “yav ilk defa benim de doğada fotoğrafların olabilir” deyip Gökhan kendine ne poz çektirdiyse, aynısından bir tane de içinde kendim olanları çekmesini rica ettim :). Sonuç olarak ilk defa katıldığım bir yürüyüşte tek başıma afili fotoğraflarım oldu.

Çalkaya’dan Mihalıççık’a doğru giderken, bir virajda durup yine “sulu” bir fotoğraf çekmeyi de ihmal etmedik:

gokcekaya_viraj_20170319_174131

Yürüyüş sırasında yağmurdan ucuz yırttığımızı farkettik, çünkü arabayla Ankara’ya dönerken gök üzerimize boşalıyordu. Dönüşümüz yavaşladı, hatta Ayaş’ta bir çorba molası bile verdik sonunda.

Otobüsle langır-lungur, çay molalı, vs yavaş yavaş gittiğimiz için yolu beni çok yoran Mihalıççık yolu, arabayı kendim kullanmama rağmen bu sefer çok dinlendirici oldu. Kendi tempomuz ve kendi arabamızla gitmenin tadı gerçekten farklı oldu.

Aynı yerdeki geçmiş yıllardaki yürüyüşlerden de birkaç fotoğraf ekleyeyim:

Bu sene tekrar fırsatım olur mu bilmiyorum ama 2018’de tekrar bu tepelere dönmeyi iple çekiyorum.

Gezi | Yorum Yok »
 

Amasra: Mezgit, Salata ve Diğer Öyküler

31 Mart 2017 Cuma, 12:37

Amasra, Bartın’ın deniz kenarındaki bir ilçesi. İnanılmaz betonlaşmaya rağmen hala güzel. Denize doğru uzanan bir burun düşünün, burunun iki yanında iki ayrı koy, burna bir köprüyle bağlanan bir ada, kale surları arasında evler ve daha niceleri.

amasra_kusbakisi

Bir zaman makinem olmasını ve 70-80’lerdeki Amasra’da betonlaşmadan önce birkaç gün geçirmeyi çok isterdim.

Amasra Ankara’dan ulaşılabilecek (~3-3.5 saat arabayla) en yakın deniz kıyısı olduğu için senelerce Ankara’nın yazlığı gibi olmuş. Özellikle havalar ısındığında ve özellikle haftasonları Amasra civarı ciddi kalabalıklaşıyor.

Ben oldum olası Karadeniz’in sularından deniz anaları nedeniyle uzak durmuşumdur. Buna rağmen deniz anaları beni Ege ve Akdeniz sularında da bulup çarpar (herhalde bir 8-10 kere çarpılmışımdır tüm yaşamımda), Karadeniz’de başıma neler gelebileceğini hayal bile edemediğimden Amasra’ya yüzmeye gelmiyorum.

Amasra’ya senede en azından bir kere, havalar tam ısınmadan, ortalık kalabalık değilken geliyorum. Bana bir sakinlik, bir deniz havası, bir dinginlik veriyor. Rüzgarı yüzümü yalıyor, sesleri içimi dolduruyor. Bir de taze balık, üzerine inanılmaz güzel bir salata ile sadece karnım değil; tüm duyularım besleniyor.

Sabah erkenden yola çıkıyoruz. Öğlen sularında Amasra’ya varıyoruz. Öğlen yemeğini Mustafa Amca’nın Canlı Balık’ında yiyoruz. Her sene farklı bir balık denesem mi düşüncesi, taze Karadeniz mezgitin damakta bırakacağı tadın hayali ile yok oluyor. Kendimizi yine mezgit yerken buluyoruz.

Mezgit tek başına değil. İçinde 20-25 parça farklı ot ve sebzenin bulunduğu eşi benzeri olmayan bir salatayla beraber yiyorum. Salatanın suyuna ekmek banmamak için insanüstü bir çaba sergiliyorum. Kilo alma derdinden değil, ekmekle tıkanmayayım da daha çok mezgit ve salata yiyebileyim diye. Böyle bir ikili dünya üzerinde yok.

Sonra… Sonrası aslında akşama kadar zaman öldürmekle geçiyor. Çünkü akşam olduğunda biraz daha acıkıp kendimi tekrar mezgit ve salata yerken bulabiliyorum. Onları sindirmek için biraz daha zaman öldürüp, uyuyorum. Sabah kalkıyorum, çoğu zaman kahvaltıyı atlayıp, öğlene kadar zaman öldürüp, üçüncü bir öğünü de mezgit ve salata ile tamamladıktan sonra :) Ankara’ya dönüş yolculuğu başlıyor. Evet, üç öğün üstüste yenecek kadar güzel bişi bu.

Neden mezgit? Sanırım kendim güzel yapamadığım, Ankara’da bir lokantada lezzetlisini yiyemediğim nadir balıklardan. Çok çabuk tazeliğini kaybettiği söyleniyor. Ayıklaması uğraştırıcı ve iyi temizlenmediğinde tadını bozuyor. Kızartmasının iyi yapılması gerekiyor. Bunları bir arada bulması gerçekten güç. Canlı Balık’ta yediğim şu üç öğün dışında yakalayabildiğim bir tat değil.

Mezgit deyince burada gelen balıkları beklemeyen Egeliler olabilir :). Ülkemizde mezgit isimli iki ayrı balık var. Ege mezgit denilen büyük ve filetosu çıkarılan bir balıkken, Karadeniz mezgit ise fotoğrafta gördüğünüz gibi küçük bir balık. Kızartıldıktan sonra kafasıyla beraber hiç ayıklanmadan yenebiliyor.

amasra_mezgit_300317

Hele o salata… Amasra’da Canlı Balık’taki salatayı yemeden, Amasra Salatası yemiş değilsiniz. Bir kere yedikten sonra, çeşitli şehirlerde “Amasra Salatası” diye verdikleri salatayı çok vasat bulacaksınız.

amasra_salata_300317

Üç öğünün arasında nasıl zaman öldürülebiliyor?

Daha önce defalarca dolaştığım sokakları bir kez daha baştan aşağı dolaşırım. Şehir içindeki sokaklar ve dükkanlar, kale içinin her bir sokağı, kemerden geçerek ulaşılan adanın tepeye tırmanan sokakları ve tepesindeki patikalar, mendireğe uzanan yol, Çekiciler Çarşısı, Barış Akarsu heykeli ve Amasra havası solurken dolaştığım nice başka yerler.

Barış Akarsu da kim dediğinizi duyar gibi oluyorum, 2000’li yılların başında ilk şarkıcı yarışmacılarından çıkma, birkaç albüm yapıp televizyonda dizilerde oynamış ve çok genç yaşta trafik kazasında ölmüş bir sanatçı. Bu kadar küçük bir yerden doğup büyüyüp yetişen birinin bu kadar ünlü olması elbette bir heykelinin dikilmesini sağlamış:

Denize nazır bir yere konuşlanıp demlenmek de bir seçenek. Kitap okumak en güzeli, olmadı bilgisayar kullanırım ya da sadece ufku seyredip Amasra’nın sesinin ve kokusunun içime işlemesini beklerim.

Günbatımını kaçırmamakta yarar var. Canlı Balık’ın baktığı koydan batan güneş, koyu tam ortalayarak kızarıyor ve yavaş yavaş yok oluyor. Kırmızılığı denizin mavisi ile birleşerek dağılıyor.

amasra_gunbatimi_300307

Denk gelirseniz, pazarı da ayrı bir güzellik. Ankara’daki pazardan aldığım sebze 3-4 günde bozuluyorsa, burada aldığım sebze bir haftadan fazla dayanıyor. Manda peyniri, yoğurtlar, reçeller de cabası.

amasra_pazar_310317

Şimdiye kadar 4 farklı yerde kaldık. Birini söylemiim bile, o kadar kötüydü ki. Uygulama Oteli, Kuşna Pansiyon, Sardunia Hotel diğerleri. Uygulama Oteli standart bir otel, hemen her şehirde görmeye alıştığınız amatör/profesyonel karmasında. En abuk zamanlarda bile dolu olabilir (kamu sağolsun). Kuşna Pansiyon bir miktar yürüyüş ve iniş-çıkış gerektiriyor. Adanın yamaçlarında, güzel bir deniz manzarası var. Bahçesi kalabalık bir kitleyi (biz öyleydik) kaldurabiliyor. Sardunia ise yenilerden, tam Amasra’nın göbeğinde, Canlı Balık’a çok yakın. Çok güzel bir dekorasyon, rahat odalar, otel gibi bir otel. Arkasında bir bahçesi, güzel de bir kahvaltısı var.

Balık seviyorsanız, salata yiyorsanız, deniz havasını özlüyorsanız; bir gece konaklayıp havanızı değiştirmek ve güzel lezzetler tatmak için Amasra’ya bir uğrayın. Ama haftasonu gelmeyin, en azından bir iş gününüzü harcayıp Pazar-Pazartesi gelin.

Yine gelecek ben…

Gezi, Yimmek | Yorum Yok »
 

Peynirli Ot Salatası

29 Mart 2017 Çarşamba, 06:49

Ülkemizde bir salatanın içine konabilecek tabii ki birçok ot var ama benim Ankara’da seçeneklerim çok fazla değil. Daha klasik otlarla yetinmek zorunda kalarak beğeneceğim uygun bir salata tutturmak zorunda kaldım.

1 demet dereotu, 1 demet maydanoz, 2 demet kuzu kulağı ve 1 kıvırcığı ince ince doğruyorum. Kıvırcık çok büyükse bir miktarını ayırıyorum (salatanın çoğunu oluşturmasın diye).

Peynir tercihim Cebel’in çörekotlu tulumu. Çok tuzlu değil, çok tatsız da değil, çok ağır da değil. Açıkçası her tulum salataya gitmiyor, peynirdeki çörekotu da ayrı bir tat, ayrı bir lezzet katıyor.

Peynir/ot oranı biraz herkesin kendi zevkine, hatta belki o anki ruh haline bağlı. Ben şöyle bir 300g kadarını çatalla bir tabakta ezip, olabildiğince ufalayıp salataya katıyorum. Son olarak da zeytinyağı gezdirip, hepsini karıştırıyorum.

Limooon diye ciyaklayanlarınızı duyar gibi oluyorum. Kendi adıma her şeye limon sıkılmasından hazzetmiyorum. Tüm yemeklerin tadı limon gibi oluyor. Limon sevmediğimden değil de, çoğu yemeğin kendi tadını almayı tercih ettiğimden. Bu salatada da bence limona ihtiyaç yok. Kuzu kulağı zaten ekşi tadını salataya yeterince veriyor.

Kıvırcık yerine yeşil ya da mor Akdeniz yeşilliği kullanmak da mümkün. Ek olarak radika salataya katılabiliyor ama ince doğramaya dikkat etmeli. Taze soğanın yeşil taraflarını salataya katabiliriz. Ben bunları ve şu anda belki aklıma gelmeyen başka otları da denedim ama hiçbiri ilk verdiğim kıvam kadar olmuyor — en azından Ankara pazarlarında her zaman bulabildiğim otlarla olmuyor.

Peynir olarak Cebel’in çörekotlu tulumu yerine bir keçi peyniri de gidebiliyor. Lor biraz fazla yavan kalıyor (en azından benim denediklerim). Birçok tulum ağır geliyor. Yumuşak inek peynirleri salataya fazla yapışıyor.

Ben kendi adıma bu salatayı bir garnitür olarak değil de, ana yemek olarak görmeyi tercih ediyorum — özellikle hafif yemek istediğim akşamlarda. Yeşilliklerle çok arası olmayanlar bile, peynir oranıyla oynarak daha güzel (ve doyurucu?) hale getirebilirler.

Yimmek | Yorum Yok »
 

Vodem’in (Huawei 4231) Linux’ta Ethernet Olarak Kullanımı

09 Mayıs 2016 Pazartesi, 18:22

Elime Vodafone’un bir modemi (Vodem) geçti. Bilgisayarıma taktığımda Linux bir ethernet olarak görmedi ve doğrudan çalışmadı. Daha önce Turkcell’in yeni nesil VINN’larında bu hiç başıma gelmediğinden, bir miktar uğraşmam gerekti.

Huawei’nin K4203 isimli bir modeliymiş (lsusb sağolsun). Kendisi öntanımlı olarak MBIM isimli, Linux 3.8’de desteği gelen bir protokolle bağlanıyormuş (Google sağolsun). Bir sonraki nesil bir cihaz kısaca. Ama ethernet aygıtı olarak da çalıştırmak da mümkün. Bunun için usb_modeswitch ile cihaza komut gönderilmesi gerekiyor.

lsusb çıktısında aygıtın ID’sini 12F1:1F1C olarak görüyoruz:

# lsusb
# lsusb | grep Huawei
Bus 002 Device 012: ID 12f1:1f1c Huawei Technologies Co., Ltd.

usb_modeswitch ile şu komutu gönderince kendisi bir ethernet aygıtına dönüşüyor:

# usb_modeswitch -v 12d1 -p 1f1c -W -I -M 55534243123456780000000000000011062000000101000100000000000000
Taking all parameters from the command line

* usb_modeswitch: handle USB devices with multiple modes
* Version 1.2.5 (C) Josua Dietze 2012
* Based on libusb0 (0.1.12 and above)

! PLEASE REPORT NEW CONFIGURATIONS !

DefaultVendor= 0x12d1
DefaultProduct= 0x1f1c
TargetVendor= not set
TargetProduct= not set
TargetClass= not set
TargetProductList=""

DetachStorageOnly=0
HuaweiMode=0
SierraMode=0
SonyMode=0
QisdaMode=0
GCTMode=0
KobilMode=0
SequansMode=0
MobileActionMode=0
CiscoMode=0
MessageEndpoint= not set
MessageContent="55534243123456780000000000000011062000000101000100000000000000"
NeedResponse=0
ResponseEndpoint= not set

InquireDevice disabled
Success check disabled
System integration mode disabled

Looking for default devices ...
searching devices, found USB ID 12d1:1f1c
found matching vendor ID
found matching product ID
adding device
searching devices, found USB ID 04f2:b230
Found device in default mode, class or configuration (1)
Accessing device 012 on bus 002 ...
Getting the current device configuration ...
OK, got current device configuration (1)
Using interface number 0
Using endpoints 0x01 (out) and 0x81 (in)

USB description data (for identification)
-------------------------
Manufacturer: Vodafone(Huawei)
Product: HUAWEI Mobile
Serial No.: FFFFFFFFFFFFFFFF
-------------------------
Looking for active driver ...
OK, driver found; name unknown, limitation of libusb1
OK, driver "unkown" detached
Setting up communication with interface 0
Using endpoint 0x01 for message sending ...
Trying to send message 1 to endpoint 0x01 ...
OK, message successfully sent
Resetting response endpoint 0x81
Resetting message endpoint 0x01
-> Run lsusb to note any changes. Bye.

Artık lsusb ile baktığımızda USB ID’sinin de değiştiğini görüyoruz:

# lsusb | grep Huawei
Bus 002 Device 013: ID 12d1:1590 Huawei Technologies Co., Ltd. 

Şimdi bir ağ aygıtı olarak da onu görebilmeliyiz ve eğer ağ yöneticimiz otomatik IP almaya ayarlıysa IP’sini bile almış olmalı:

# ip a
8: enp0s29u1u3: mtu 1500 qdisc pfifo_fast state UP qlen 1000
link/ether 86:c9:ec:4d:51:bb brd ff:ff:ff:ff:ff:ff
inet 192.168.9.100/24 brd 192.168.9.255 scope global enp0s29u1u3
valid_lft forever preferred_lft forever

Bu yaptığımız ayarlar, ne yazık ki kalıcı değil. Modemin üzerine böyle bir bilgi yazamıyoruz. Onun yerine Linux’un aygıt yöneticisi olan udev’e bu modemin her takıldığını farkettiğinde bu komutu çalıştırmasını söylememiz gerekiyor.

Bunun için udev’in kuralları okuyabileceği bir dosya oluşturuyoruz:

echo 'ATTRS{idVendor}=="12d1", ATTRS{idProduct}=="1f1c", RUN+="/usr/sbin/usb_modeswitch -v 12d1 -p 1f1c -W -I -M 55534243123456780000000000000011062000000101000100000000000000"'> /etc/udev/rules.d/45-usb_modeswitch.rules

udev’e kuralları tekrar okumasını söylüyoruz:

# udevadm control --reload-rules

Artık “Vodem”i taktığımızda, otomatik olarak ethernet kartı olarak görünmeli ve DHCP’ten IP alabilmeli.

Not: Aygıta gönderilmesi gereken “55534243123456780000000000000011062000000101000100000000000000” gibi bir mesajı kafadan yazmadım :). İnternet’ten araştırdığımda rastladım. Sadece bu cihaz değil, başka Huawei cihazlarında da işe yarıyor gibi okudum. Teknik kaynağını bilen varsa, yorumlara eklerse sevinirim.

Gezegen | 1 Yorum »
 

Linux’ta saat ileri/geri alınma zamanlarının kontrolü

23 Ekim 2015 Cuma, 16:52

Bilgi teknolojilerinden anlamayan yöneticiler sağolsun, 2011’de olduğu gibi bu yıl da, son dakikada Türkiye’nin “daylight saving time” (dst) uygulamasının tarihleri çok kısa bir zaman kala değişti.

Bu da, çalışan on yüz milyon sunucunun bu kısa süre içerisinde tarihler değişecek biçimde tek tek değiştirilmesi demek. Canlı sunucular için otomatik güncellemenin tercih edilmeyebileceği ya da her sunucunun İnternet bağlantısının olmayabileceği düşünülürse; bu çok ciddi bir iş yükü demek. Bankalar, havayolları gibi saatlerin çok kritik olduğu sistemlerdeki olası problemleri saymıyorum bile. Anadolujet’te yakın zamanda böyle bir sorun yaşadım örneğin:

anadolujet_saat_farki

Bilet almaya çalışırken, bir ekranda 10:00 uçağını seçerken, diğer bir kutuda 11:00 uçağını seçmiş gibi görünüyorum yukarıda.

Normalde saatlerin değişmesi gereken 25 Ekim 04:00 tarihine 1.5 günden az zaman kala, “acaba sunucum saatini doğru zamanda geri alacak mı?” diye bir soru işareti varsa kafanızda bunu Linux’ta kontrol etmek çok kolay.

zdump -v Europe/Istanbul |grep 2015

komutunun çıktısı size yanıtı verecektir. Eğer şuna benzer bir çıktı alıyorsanız, zaman bilgisini güncellemeniz gerekiyor demektir:

[root@barbun ~]# zdump -v Europe/Istanbul |grep 2015
Europe/Istanbul  Sun Mar 29 00:59:59 2015 UTC = Sun Mar 29 02:59:59 2015 EET isdst=0 gmtoff=7200
Europe/Istanbul  Sun Mar 29 01:00:00 2015 UTC = Sun Mar 29 04:00:00 2015 EEST isdst=1 gmtoff=10800
Europe/Istanbul  Sun Oct 25 00:59:59 2015 UTC = Sun Oct 25 03:59:59 2015 EEST isdst=1 gmtoff=10800
Europe/Istanbul  Sun Oct 25 01:00:00 2015 UTC = Sun Oct 25 03:00:00 2015 EET isdst=0 gmtoff=7200

Linux’ta bu bilgiyi tutan tzdata ve tzdata-java paketinin dağıtımınızdaki güncellemesini bulup yapmalısınız.

Güncelleme yapılmışsa, çıktınız şuna benzer olmalı:

[root@barbun ~]# zdump -v Europe/Istanbul |grep 2015
Europe/Istanbul  Sun Mar 29 00:59:59 2015 UTC = Sun Mar 29 02:59:59 2015 EET isdst=0 gmtoff=7200
Europe/Istanbul  Sun Mar 29 01:00:00 2015 UTC = Sun Mar 29 04:00:00 2015 EEST isdst=1 gmtoff=10800
Europe/Istanbul  Sun Nov  8 00:59:59 2015 UTC = Sun Nov  8 03:59:59 2015 EEST isdst=1 gmtoff=10800
Europe/Istanbul  Sun Nov  8 01:00:00 2015 UTC = Sun Nov  8 03:00:00 2015 EET isdst=0 gmtoff=7200
Gezegen | 1 Yorum »