10 Mart 2011 Perşembe, 21:08
Bu yazı ne zamandır taslak olarak ilgimi bekliyor. Kasım’da başlamıştım yazmaya, bir türlü tamamlama fırsatım olmadı. Kaç zamandır “tamamlanmamış bir iş” olarak kafamı kurcaladıktan sonra, nihayet bugün girişip bitirebildim. Bu kadar ayın birikmiş yazısı da çok uzun oldu tabii :)
Spor olsun diye amaçsızca bir park etrafında turlamak ya da kapalı bir mekanda bir koşu bandı kullanmak bana her zaman sıkıcı gelmiştir. Evet, koşu bandını hala kullanıyorum eve kapandığımda kış günlerinde ama bundan çok da mutlu sayılmam. Genellikle 5-6 haftanın sonunda sıkılıyor ve sürdüremiyorum. Bir süre aradan sonra tekrar başlıyorum, aynı döngü.
Arada bir ablamla Eymir Gölü’nün çevresindeki 1 saat 40 dakikalık rotayı turladığımız oluyor ama o da hem her hafta yapılmıyor, hem de eninde sonunda aynı yerleri görüyorsun, rota uzun olsa ve mevsimlere göre gördüğün manzaralar değişse de.
Yüzmeyi çok seviyorum ama malum Ankara’da deniz yok, havuzdan da hiç hazzetmiyorum. İki kulaç atıyorsun bitiyor, geri dönmen gerekiyor. Üstelik tatlı su, seni kaldırmıyor. İşin klor kokusu, ne kadar sağlıklı olduğu, sudaki gibi dalga ve açık hava etkisinin olmaması da cabası.
Her şey bu Eylül Datça’da başladı. Dedeye bağlamış biçimde sabahın ilk ışıklarıyla uyanıp, kendimi dışarı atıp yürüyüş yapmaya başladım. Palamutbükü’nün etrafını keşfedeyim diye dolanırken, tepelerin içlerine giden yolları kurcalamaya başladım, çok sıcak basmadan da geri döndüm kahvaltı için. Araç için açılmış bir yolu takip ederek bir tepenin tepesine çıktım ve bu duygu bana anıları geri getirdi…
Ben küçükken, Ayvalık Sarımsaklı’da dedemlerin yazlığında tatil yaparken sık sık yürüyüş yapardık. Babaannemin her sabah fırlayıp uzun yürüyüşler yapmasının yanı sıra, çevredeki küçük tepelerin tepesine tırmanırdık. Hatta böyle araç için açılmış geniş yollar değil, yer yer keçi patikalarını kullanarak.
Eee… şimdi niye yapmıyordum ki, 20li yaşlarımdaki gibi fiziksel bir engelim de pek yoktu artık. Datça’da hemen her sabah farklı yönlere turlar düzenlemeye başladım. Ayağımdaki son derece yumuşak ve rahat spor ayakkabıya taş batma çalışmaları, ayağımı burkmamak için özel olarak uğraşmam gerekmesi sonrasında, “bana tabanı daha sert bir ayakkabı gerekir gelecek seneye, herhalde ‘trekking ayakkabısı’ dedikleri böyle bişi olsa gerek” diye düşündüm.
Ankara’ya döndükten sonra ablamla sohbet ederken doğa yürüyüşleri yaptığından bahsetti. Bir rehber eşliğinde her Pazar buluşup, bir minibüse doluşup, Ankara çevresinde bir yere gidip yürüyüş yapan gruplar varmış. Ben de gelsem dedim… O da sana ayakkabı alalım o zaman dedi. NKA (normal koşullar altında) benim buna hemen karşı çıkmam, “önce bir yürüyeyim, eldekiler yetmesin, sona bakarız” demem gerekirdi. Datça deneyimiyle üzerine balinalama atladım.
Gidip bana sağlam bir yürüyüş ayakkabısı aldık. Ben de bir taraftan koşu bandındaki antrenmanları sıklaştırdım. Biraz kondisyonumu toplamam lazımdı. Dağ-bayırın ortasında “ee ben daha fazla yürüyemiyorum” diyecek halim yoktu. “Siz önden gidin, ben yetişirim” de diyemezdim, rehbersiz yolumu bulamazdım.
“Bekaretimi” 10 Ekim’de Gerede’deki Dursun Fakı ve Sapanlı yaylalarının güney etaplarını yürüyerek kaybettim. Tam hayal ettiğim gibi, hatta çok daha güzel oldu. Kıçımın üstünde oturarak (arabayla) gidemeyeceğimiz, göremeyeceğimiz güzellikleri gördük yürüyerek. Tertemiz hava, kuş ve ağaçların sesleri de cabası. Dağ-bayırda yürümekte de hiçbişi yokmuş, bütün keramet ayakkabıdaymış… Ayağımdaki ayakkabılarla çamurlu, engebeli, ağaç dalları, taşlar dolu yollarda sanki düz yolda yürür gibi yürüyorduydum. Hiç zorlanmadan, ilk yürüyüşümü keyifle tamamladım.
Yürüyüş o yürüyüş, artık Ankara’da boş olduğum her Pazar, rehberimizin peşine katılıp o yayla senin, bu yayla benim geziyorum.
Nerelere gitmedim ki Gerede’deki yürüyüşün üzerine… Eğerli Kuzuören, Alören ve Dereköy Yaylaları, Çubuk Karagöl, Kalecik Uludere Çayı, Aktaş Gölü Bünüş Yaylası, Otacı Yaylası, Kaletepe, Işık Dağı, Eğerlidere Semeler Köyü not aldıklarım. Daha hiç aynı yere iki kere gitmedim. Görülecek o kadar yer var ki… Üstelik farklı mevsimde gidince doğa bir anda farklılaşıyor. Aynı yörede farklı yollardan farklı bir yürüyüş gerçekleştirmek de mümkün.
Rehberimiz Gökhan Koçak tarifi güç bir insan. 10+ yıldır doğa yürüyüşleri düzenlediğini söylüyor, en basit sorulara bile bu kadar sakin ve sabırla yanıt vermeyi, sıcak yaklaşmayı sürdürebilmesini ve gözlemciliğini hayranlıkla izliyorum. Sürekli yürüyen insanların durumunu inceliyor, birinin yorulduğunu hissetse kısa molalar veriyor. Kim ne durumda, hangi yürüyüşlere katıldı, ne kadar ara verdi, kafası çok verimli bir CRM yazılımı gibi. Hani ben kendim rehberlik yapmak istesem, ancak bu kadarını yapabilirim. Üstelik tüm bunların sonunda, minibüs ücretini çıkarınca çok sembolik bir para kaldığını düşünüyorum ona. Onun yerine başka bir rehber olsaydı, bu kadar keyif alacağımı sanmıyorum — belki de daha ilk yürüyüşümde vazgeçebilirdim.
Yürüyüş yapanların kullandıkları malzemeler bana oldum olası komik gelmiştir. Özel sırt çantası, pantolon, eldiven, tişört, baston, vs vs… Uzun süreli kampa gidenleri anlarım da, 6-7 saat yürümek için ne o öyle, abartı diye düşünürdüm. Buradaki di’li geçmiş zamana dikkatinizi çekiyorum, dalga geçtiğim ne kadar ekipman varsa hepsini zaman içinde aldım :/
İşe bir çift ayakkabı ile başladım, onunla da öğrendim ki bu aletler gerçekten işe yarıyor, alet çalışıyor sen keyfine bakıyorsun. İlk yürüyüşümde insanlarda afili sırt çantalarını görüp ne gereği var demiştim. Yürüyüş sırasında sırtım sürekli sırılsıklamdı, yürüyüş sonrasında omuz, boyun ve sırtım ağrıyordu. Hamlıktan sandım, meğer faili çantaymış. Bir sonraki yürüyüşe sırtı havalandıran, yükü bele de dağıtan bir çantayla gittim, ne ağrım vardı ne sızım… Terlemem de çok azaldı.
Pantolonlara yaklaşımım da aynıydı. Sonra eşofmanla yanlışlıkla ıslak bir yere dayandım, saatler boyunca kurumadı meret. Yürürken de pişip durdum. Pantolonun kerameti hem hafif ve ferah olması, hem de ıslak kalmamasıymış, yandaki fermuarlardan da açıp hava alabiliyorsun.
Bir sonraki aşama bastonlardı… İkinci yürüyüşün sonunda benim zaten sicili temiz olmayan sağ dizim ağrımaya başlayınca, bastonların işlevini öğrendim :). İki tane baston edindim, özellikle hafif ve çok derin olmayan yumuşak zeminlerde çok işe yarıyor. Denge kaybettiğimde herhangi bir zemine onları saplayıp tutunabiliyorum. Tırmanırken güç alabiliyorum, inerken kaymamı engelliyor.
Tozluk takılması da acayip gelirdi, ne var kardeşim pantolon kirlenir tabii, yıkarız diye düşünüyordum. Meğersem esas olay karmış, adı da zaten kar tozluğuymuş. O aletler sayesinde dizime kadar kara girsem bile ayakkabımın içi ıslanmıyor.
Rüzgarlık denen giysi apayrı bişi. Hiç duymamıştım daha önce kendisiyle tanışınca çok sevdim. İncecik, hafif bişi, rüzgar kesiyor. Kalın bir giysi de rüzgar kesebilir ama o yürürken çok terletir. Ben ince bir giysinin üzerine rüzgarlık giyip, rüzgarlı soğuk havalarda bile rahatça yürüyebiliyorum içime rüzgar girmediği için. Bir de eldiven versiyonu da var, elleri üşütmüyor rüzgarda. Parmaklarımı da kullanabiliyorum.
Rahatlıkla söyleyebilirim ki, Ankara’da kendimi rahatlatan, büyükşehirin daralmasından kurtaran bir keyif buldum kendime. Artık çeşitli işler/buluşmalar nedeniyle doğa yürüyüşüne gidemediğim Pazar günlerini kaçan fırsat olarak görüp eksikliğini hissediyorum. Pazar günleri özenle kimselere randevu vermemeye çalışıyorum.
Eloy Eloy yaylalar…
Gezi, Memat | Yorum Yok »