Öyle bir seyir defteri…

Pardus 1.0’a saatler kala

06 Nisan 2011 Çarşamba, 10:36

Bundan 5+ yıl önce, Pardus‘un ilk kurulan sürümü 1.0’ın çıkacağı duyurulan tarihe yetişmesi için, Pardus üzerinde çalışan ekibin önemli bir kısmı beraber bir evde sabahlayarak çalışmış ve o sürümün zamanında ve olabildiğince hatasız çıkması için uğraşmıştı.

O akşam “çeekme kaardeeşiiim” nidaları arasında Didem ve ben, elde amatör video kamera ile çekim yapmıştık.

Didem, Özgür Yazılım ve Linux Günleri 2011‘de, “Kdenlive ile Bir Tanıtım Videosu Kurgulanması” sunumunda kullanmak için bir video hazırlama arayışındaydı. Birkaç gün boyunca eski seminer kayıtlarını kurcalayıp, içine sinmedikten sonra arşivlerin derinliklerinde o 5+ yıl önce yaptığımız kayıtları buldu.

Birkaç gün önce etkinlikteki sunumunda da kullandığı, bu kayıtlardan derlediği 1 dakika 50 saniyelik videoyu düşük kalitede (4.7 MB) ya da daha iyi kalitede (22 MB) indirip izleyebilirsiniz.

Gezegen | 4 Yorum »
 

Iıılgaaaz Anadolu’nun Seen Yüücee…

17 Mart 2011 Perşembe, 00:11

Yaylalar serimin Pazar günkü bölümü için Ilgaz’daydım.

İlk defa herkese yönelik değil de, “düzenli yürüyüş yapanlara” yönelik bir yürüyüşe katıldım. Öncesinde biraz heyecanlı, biraz da “problem yaşar mıyım” diye endişeliydim.

Normalde hep sabah 8 civarı Batıkent’ten yola çıkar, hava karardıktan bir-iki saat sonra da dönmüş olurdum. Bu kez yol uzun olduğu için, günübirlik de gidip/geleceğimiz için sabah 4’te yolculuğum başladı.

Rehberimiz bir önceki akşam 9’da uyumamızı önermesine karşın, ben bırakın 9’da uyumayı, hiç uyuyamadım. Her araca binen “günaydın” dedi, ben bir afallayıp içimden “sensin günaydın, ben daha bir damla uyuyamadım” diye içimden geçirdim. Üstüne üstlük yolculuğun ilk bir saati de uyuyamadım, uyuyamadıkça ben nasıl yürüyeceğim bu uykusuzlukla diye endişelendim, endişelendikçe uyuyamadım. Neyse ki sonra bir uyumuşum, yürüyüş öncesi kahvaltı edeceğimiz yere geldiğimizde beni koltuktan kazımak zorunda kaldılar :)

Aslında o meşhur türkümüzdekinin aksine Ilgaz tek bir dağ değil, birçok dağdan oluşuyor (yani sıradağ). Ilgaz ilçesi Çankırı’dayken, dağların kendisi aslında tam il sınırından Kastamonu’ya dahil oluyor. Saat 8:15’te 12 kişi yürüyüşe başladığımız noktada da, uzaktan 1875m rakımlı Kastamonu İl Sınırı tabelasını görebiliyorduk :). Hedefimizse 2546m yüksekliğindeki “Küçük Hacet”e çıkmaktı.

Karda yürümek yorucu bir iş ama daha yorucusu karda “yol açmak”. Küçük Hacet’e kadar olan yolu son birkaç aydır bizden önceki yürüyüşçüler bol bol yürüyerek düzleştirmişler. Tüm yol boyunca karların arasından bir labirent gibi yol açılmıştı. Biz rahat rahat yürüdük.

Yürüyüş ilk başta ormanın içinde başladı, bir süre sonra Küçük Çal’a çıkmaya başladık. Yol dikleşmeye başladı, daha sık mola vererek ilerledik, ben de önlenemez biçimde şıpır şıpır terlemeye başladım. Hava güneşli, orman içinde olduğumuz için rüzgar da pek yoktu.

2096m’deki Küçük Çal’a çıktığımızda ise yürüyüşün “ikinci bölümü” başladı. Artık hedefimiz olan tepe görünüyordu. Sağlam bir rüzgar esiyordu, rüzgardan dolayı yerdeki kar çok inceldi ve ağaçlar da seyrekleşti beraberinde. Ben de çantamdan kulaklarımı kapatan siperlikli beremi çıkardım, başka türlü gidişte sağ kulağı, dönüşte de sol kulağı kaptırabilirdim :)

Havanın günlük güneşlik olması burada yürüyüşü kolaylaştırdı. Daha önce bu rotayı izleyenlerin anlattığına göre burada sis inmesi, rüzgarın çok sertleşmesi, tipi olması mümkünmüş.

Bu ikinci bölümde, bu yürüyüş öncesi aldığım yeni alet çok işe yaradı: Termos. Benim gibi çay/kahve içmeyen bir adam için termos anlamsız görünebilir. Bir önceki yürüyüşte de farkettiğim üzere, içmek için yanıma aldığım sular, uzun süre soğuk havaya maruz kalınca çok soğuk sular haline geliyor ve içimi güçleşiyor. Oysa yürürken bol bol su içmeye gereksinimim oluyor. Bunun çözümü ise termosta ılık su taşıyıp, yer yer dışarıdaki sularla karıştırarak içmek. Küçük Çal’dan itibaren artık yanımda taşıdığım şişeler çok soğumuştu, termostan ısınmış su katkısıyla ılıtarak içmeye başladım.

Küçük Çal’dan indikten sonra, esas tepeye çıkmaya başladık. Tepe bizi kandırıp durdu. Her zirve diye gördüğümüz yere yaklaştığımızda arkasından ikinci bir zirve çıkıverdi. Biz de dinlene dinlene çıktık. 13:15’te gerçek zirveye varmıştık.

Küçük Hacet’in çanak şeklindeki zirvede durulmaz çok rüzgar eser demişlerdi. Hava o kadar güzeldi ki, orada oturup yemek bile yiyebilirdik. Tüm yürüyüş boyunca biriktirdiğim küçük hacetlerimi adına yakışır biçimde tepeye boşalttım :)

Tabii her çıkışın bir inişi vardı. Tepeye kadar sorunsuz giden yolcuğumun inişinde ekipmanlarımla problem yaşamaya başladım. Önce sırt çantamın bel kemeri gevşeyip durdu. Sonra kar tozluklarım çıkıp durdu. Neyse ki birinde yedek tozluk vardı, yemek molasında onları giyerek durumu kurtardım. Bir de üzerine bastonlarımdan biri eğildi, eğildi derken 30 derece falan eğildi :)

9 saatin sonunda, 17:15’te başladığımız noktaya geri döndüğümüzde toplamda bol inişli çıkışlı 17 km kadar yol katetmiştik. Bacaklarım ve dizlerim ağrıyordu, üstelik daha sıcaklardı. Minibüste dönerken gece nasıl uyuyacağımı düşünüyordum kara kara. Bir gün sonra da sızılar olacak diyordum. Yol boyunca ilaç kullanma planları yapıyordum.

Sonra eve geldim, güzel bir duş aldım, ayaklarımı yukarı uzatıp dinlendim yer yer. Hiç ilaç kullanmam gerekmedi, gece de mışıl mışıl uyudum. Ertesi gün sabah kalktığımda ise hafif sızılar dışında hiçbişi yoktu.

Gezi | 2 Yorum »
 

2011 yılı yaz saati komedyası

14 Mart 2011 Pazartesi, 19:22

Üniversite sınavlarından biri, hangi akla hizmetse, yaz saati uygulamasının başlayacağı güne yerleştirilmiş.

Hükümetimizin harika ötesi çözümüyse, sınavı o tarihe koyanların canına okuyup, sınav tarihinin değiştirilmesini sağlamak yerine saat değişikliğinin tarihini değiştirerek bir gün ileri atmak olmuş!

15-20 gün kala değiştirilecek kadar çocuk oyuncağı bir iş mi bu yav? Bu kadar basit bir iş değil ki “zaman”la oynamak. Ne acayip bir dar bakış açısıdır bu.

En basitinden bilgisayar yazılımları seneler öncesinden her ülke için belirlenmiş bu bilgilere göre oluşturulmuş veritabanlarına bakarak bilgisayarların saatlerini otomatik ileri ya da geri alıyorlar. Önümüzde kalan kısacık zaman dilimi içerisinde bu bilgiyle güncellenmemiş tüm bilgisayarlar/yazılımlar yanlış zamanda saati otomatik olarak ileri alacak. Bunun sonucunda bir sürü “kayıt” yanlış tarih bilgisiyle tutulacak bir gün boyunca.

Yaz saati uygulaması niye var zaten, elde edilenler psikolojimizle oynanmasına değiyor mu, onlar apayrı sorular.

Gezegen | 3 Yorum »
 

Yaaaylalar yaylalaar

10 Mart 2011 Perşembe, 21:08

Bu yazı ne zamandır taslak olarak ilgimi bekliyor. Kasım’da başlamıştım yazmaya, bir türlü tamamlama fırsatım olmadı. Kaç zamandır “tamamlanmamış bir iş” olarak kafamı kurcaladıktan sonra, nihayet bugün girişip bitirebildim. Bu kadar ayın birikmiş yazısı da çok uzun oldu tabii :)

Spor olsun diye amaçsızca bir park etrafında turlamak ya da kapalı bir mekanda bir koşu bandı kullanmak bana her zaman sıkıcı gelmiştir. Evet, koşu bandını hala kullanıyorum eve kapandığımda kış günlerinde ama bundan çok da mutlu sayılmam. Genellikle 5-6 haftanın sonunda sıkılıyor ve sürdüremiyorum. Bir süre aradan sonra tekrar başlıyorum, aynı döngü.

Arada bir ablamla Eymir Gölü’nün çevresindeki 1 saat 40 dakikalık rotayı turladığımız oluyor ama o da hem her hafta yapılmıyor, hem de eninde sonunda aynı yerleri görüyorsun, rota uzun olsa ve mevsimlere göre gördüğün manzaralar değişse de.

Yüzmeyi çok seviyorum ama malum Ankara’da deniz yok, havuzdan da hiç hazzetmiyorum. İki kulaç atıyorsun bitiyor, geri dönmen gerekiyor. Üstelik tatlı su, seni kaldırmıyor. İşin klor kokusu, ne kadar sağlıklı olduğu, sudaki gibi dalga ve açık hava etkisinin olmaması da cabası.

Her şey bu Eylül Datça’da başladı. Dedeye bağlamış biçimde sabahın ilk ışıklarıyla uyanıp, kendimi dışarı atıp yürüyüş yapmaya başladım. Palamutbükü’nün etrafını keşfedeyim diye dolanırken, tepelerin içlerine giden yolları kurcalamaya başladım, çok sıcak basmadan da geri döndüm kahvaltı için. Araç için açılmış bir yolu takip ederek bir tepenin tepesine çıktım ve bu duygu bana anıları geri getirdi…

Ben küçükken, Ayvalık Sarımsaklı’da dedemlerin yazlığında tatil yaparken sık sık yürüyüş yapardık. Babaannemin her sabah fırlayıp uzun yürüyüşler yapmasının yanı sıra, çevredeki küçük tepelerin tepesine tırmanırdık. Hatta böyle araç için açılmış geniş yollar değil, yer yer keçi patikalarını kullanarak.

Eee… şimdi niye yapmıyordum ki, 20li yaşlarımdaki gibi fiziksel bir engelim de pek yoktu artık. Datça’da hemen her sabah farklı yönlere turlar düzenlemeye başladım. Ayağımdaki son derece yumuşak ve rahat spor ayakkabıya taş batma çalışmaları, ayağımı burkmamak için özel olarak uğraşmam gerekmesi sonrasında, “bana tabanı daha sert bir ayakkabı gerekir gelecek seneye, herhalde ‘trekking ayakkabısı’ dedikleri böyle bişi olsa gerek” diye düşündüm.

Ankara’ya döndükten sonra ablamla sohbet ederken doğa yürüyüşleri yaptığından bahsetti. Bir rehber eşliğinde her Pazar buluşup, bir minibüse doluşup, Ankara çevresinde bir yere gidip yürüyüş yapan gruplar varmış. Ben de gelsem dedim… O da sana ayakkabı alalım o zaman dedi. NKA (normal koşullar altında) benim buna hemen karşı çıkmam, “önce bir yürüyeyim, eldekiler yetmesin, sona bakarız” demem gerekirdi. Datça deneyimiyle üzerine balinalama atladım.

Gidip bana sağlam bir yürüyüş ayakkabısı aldık. Ben de bir taraftan koşu bandındaki antrenmanları sıklaştırdım. Biraz kondisyonumu toplamam lazımdı. Dağ-bayırın ortasında “ee ben daha fazla yürüyemiyorum” diyecek halim yoktu. “Siz önden gidin, ben yetişirim” de diyemezdim, rehbersiz yolumu bulamazdım.

“Bekaretimi” 10 Ekim’de Gerede’deki Dursun Fakı ve Sapanlı yaylalarının güney etaplarını yürüyerek kaybettim. Tam hayal ettiğim gibi, hatta çok daha güzel oldu. Kıçımın üstünde oturarak (arabayla) gidemeyeceğimiz, göremeyeceğimiz güzellikleri gördük yürüyerek. Tertemiz hava, kuş ve ağaçların sesleri de cabası. Dağ-bayırda yürümekte de hiçbişi yokmuş, bütün keramet ayakkabıdaymış… Ayağımdaki ayakkabılarla çamurlu, engebeli, ağaç dalları, taşlar dolu yollarda sanki düz yolda yürür gibi yürüyorduydum. Hiç zorlanmadan, ilk yürüyüşümü keyifle tamamladım.

Yürüyüş o yürüyüş, artık Ankara’da boş olduğum her Pazar, rehberimizin peşine katılıp o yayla senin, bu yayla benim geziyorum.

Nerelere gitmedim ki Gerede’deki yürüyüşün üzerine… Eğerli Kuzuören, Alören ve Dereköy Yaylaları, Çubuk Karagöl, Kalecik Uludere Çayı, Aktaş Gölü Bünüş Yaylası, Otacı Yaylası, Kaletepe, Işık Dağı, Eğerlidere Semeler Köyü not aldıklarım. Daha hiç aynı yere iki kere gitmedim. Görülecek o kadar yer var ki… Üstelik farklı mevsimde gidince doğa bir anda farklılaşıyor. Aynı yörede farklı yollardan farklı bir yürüyüş gerçekleştirmek de mümkün.

Rehberimiz Gökhan Koçak tarifi güç bir insan. 10+ yıldır doğa yürüyüşleri düzenlediğini söylüyor, en basit sorulara bile bu kadar sakin ve sabırla yanıt vermeyi, sıcak yaklaşmayı sürdürebilmesini ve gözlemciliğini hayranlıkla izliyorum. Sürekli yürüyen insanların durumunu inceliyor, birinin yorulduğunu hissetse kısa molalar veriyor. Kim ne durumda, hangi yürüyüşlere katıldı, ne kadar ara verdi, kafası çok verimli bir CRM yazılımı gibi. Hani ben kendim rehberlik yapmak istesem, ancak bu kadarını yapabilirim. Üstelik tüm bunların sonunda, minibüs ücretini çıkarınca çok sembolik bir para kaldığını düşünüyorum ona. Onun yerine başka bir rehber olsaydı, bu kadar keyif alacağımı sanmıyorum — belki de daha ilk yürüyüşümde vazgeçebilirdim.

Yürüyüş yapanların kullandıkları malzemeler bana oldum olası komik gelmiştir. Özel sırt çantası, pantolon, eldiven, tişört, baston, vs vs… Uzun süreli kampa gidenleri anlarım da, 6-7 saat yürümek için ne o öyle, abartı diye düşünürdüm. Buradaki di’li geçmiş zamana dikkatinizi çekiyorum, dalga geçtiğim ne kadar ekipman varsa hepsini zaman içinde aldım :/

İşe bir çift ayakkabı ile başladım, onunla da öğrendim ki bu aletler gerçekten işe yarıyor, alet çalışıyor sen keyfine bakıyorsun. İlk yürüyüşümde insanlarda afili sırt çantalarını görüp ne gereği var demiştim. Yürüyüş sırasında sırtım sürekli sırılsıklamdı, yürüyüş sonrasında omuz, boyun ve sırtım ağrıyordu. Hamlıktan sandım, meğer faili çantaymış. Bir sonraki yürüyüşe sırtı havalandıran, yükü bele de dağıtan bir çantayla gittim, ne ağrım vardı ne sızım… Terlemem de çok azaldı.

Pantolonlara yaklaşımım da aynıydı. Sonra eşofmanla yanlışlıkla ıslak bir yere dayandım, saatler boyunca kurumadı meret. Yürürken de pişip durdum. Pantolonun kerameti hem hafif ve ferah olması, hem de ıslak kalmamasıymış, yandaki fermuarlardan da açıp hava alabiliyorsun.

Bir sonraki aşama bastonlardı… İkinci yürüyüşün sonunda benim zaten sicili temiz olmayan sağ dizim ağrımaya başlayınca, bastonların işlevini öğrendim :). İki tane baston edindim, özellikle hafif ve çok derin olmayan yumuşak zeminlerde çok işe yarıyor. Denge kaybettiğimde herhangi bir zemine onları saplayıp tutunabiliyorum. Tırmanırken güç alabiliyorum, inerken kaymamı engelliyor.

Tozluk takılması da acayip gelirdi, ne var kardeşim pantolon kirlenir tabii, yıkarız diye düşünüyordum. Meğersem esas olay karmış, adı da zaten kar tozluğuymuş. O aletler sayesinde dizime kadar kara girsem bile ayakkabımın içi ıslanmıyor.

Rüzgarlık denen giysi apayrı bişi. Hiç duymamıştım daha önce kendisiyle tanışınca çok sevdim. İncecik, hafif bişi, rüzgar kesiyor. Kalın bir giysi de rüzgar kesebilir ama o yürürken çok terletir. Ben ince bir giysinin üzerine rüzgarlık giyip, rüzgarlı soğuk havalarda bile rahatça yürüyebiliyorum içime rüzgar girmediği için. Bir de eldiven versiyonu da var, elleri üşütmüyor rüzgarda. Parmaklarımı da kullanabiliyorum.

Rahatlıkla söyleyebilirim ki, Ankara’da kendimi rahatlatan, büyükşehirin daralmasından kurtaran bir keyif buldum kendime. Artık çeşitli işler/buluşmalar nedeniyle doğa yürüyüşüne gidemediğim Pazar günlerini kaçan fırsat olarak görüp eksikliğini hissediyorum. Pazar günleri özenle kimselere randevu vermemeye çalışıyorum.

Eloy Eloy yaylalar…

Gezi, Memat | Yorum Yok »
 

Ben Güneş Sirki gördüm

21 Şubat 2011 Pazartesi, 11:59

Dün akşam, bu haftasonu İstanbul ziyaretimi tetikleyen Güneş Sirki’ne (nam-ı diğer Cirque du Soleil) gittim. “İnsan sirki” olarak da adlandırabileceğimiz sirkte, bizim dışımızda tür canlı kullanılmıyor.

saltimbanco1Sirki tek bir sözcükle tanımlamam gerekse herhalde “rengarenk” derdim. Herhalde renklerin bu kadar çeşitli ve uyumlu kullanımına daha önce denk gelmedim. Dekorlar, kostümler, makyajlar, ışıklarla tam bir cümbüştü ortam. Sahneye çıkan onlarca kişi, sahne ile beraber tek bir vücuttu sanki.

Müziklere de değinmeden olabilemez. Tüm çalınan müzikler canlıydı (klavye katkısıyla elbette). O kadar uyumlu ve çeşitliydi ki, insan sahnedeki 5-6 kişinin o müziği çaldığını ve söylediğini inanmakta güçlü çeker.

Birçok gösteri vardı ama çok kişinin işin içine girdiği anlar beni en kendimden geçirenlerdi. Üstelik tek kişilik gösterilerde bile arkaplanda ya da yerdekiler de rahat durmayıp çeşitli “fon hareketleri” yapıyorlardı. Bazen onlara bakmaktan asıl numarayı kaçırdığım oldu.

Gidin, görün, sevin…

Memat | 1 Yorum »
 

Sosyal Ağlar 101

12 Şubat 2011 Cumartesi, 20:47

Dün Friendfeed, Twitter, Facebook ve Identi.ca hesapları oluşturarak, bir günün sonunda da birbirlerine ve günlüğüme bağlamayı (sanırım) başararak yıllardır uzak durduğum sosyal ağlara kıyısından bir adım atmış oldum.

Ben acemice bağlantıları ayarlamaya çalışırken Facebook’un “tanıyor olabileceğin kişiler” önerilerine hayran kalmadan edemedim. Her sayfa değiştirdiğimde tanıdığım insanları patır patır döküyordu. Tanıdıklarım da benzer biçimde hesaplarında beni görüp, “yav bu sen misin” diye sormaya ve beni eklemeye başlamışlardı bile. Ne biçim fişlenmişim girmeden bile…

Eskiden sosyal ağlarla başedecek vaktim yoktu. Hala da yok aslında. Facebook’un uygulamaları, ilişkileri, beğenmeleri, etiketleri hala bana çok uzak görünüyor. Ama en azından insanların sosyal ağlardaki “ilk heyecanı” geçtiği için, benden de o dünyaya ayak uydurma beklentilerinin daha az olacağını umuyorum.

Kafamdakileri toplayıp sözcüklere dökebildiğim zaman yazdığım bu günlükteki yazılarım o diyarlara da gidecek artık. Günlük yazısına dönüşemeyecek kadar ufak ama birkaç cümlede ifade edebileceklerimi de FriendFeed’e yazmayı (ve oradan diğerlerine dağılmasını) düşünüyorum. FriendFeed’in nispeten “basit” ve derli toplu bir kısa yazı ağ tarzı daha dişime göre gözüktü bana. Orada yazdıklarımı birkaç haftada bir toparlayıp bir günlük yazısı olarak geçme hayalindeyim. Tabii o kadar bişi bile yazar mıyım, zaman gösterecek.

Hala birincil iletişim araçlarımın e-posta ve jabber (gtalk) olduğunu unutmayın lütfeyn. Poklara, moklara, hediyelere, sohbetlere, vs yabancıyım. Hep yabancı da kalabilirim. Yanıt alamayınca bozulmayın, e-postayı deneyin. Bozulursanız da ayarınızla oynamamı beklemeyin :)

Beni cin çarptığını düşünenleri de, çıkarma ayinine bekliyorum…

Memat | Yorum Yok »
 

Bir şortun 9 yıllık yolculuğu

10 Şubat 2011 Perşembe, 18:29

Yıl: 2002. Linux Kullanıcıları Derneği o güne kadar 7 yıl boyunca çeşitli “büyük” konferanslarda seminerler düzenlemiş. Hatta o yıl dördüncüsü düzenlenen Akademik Bilişim Konferansları sayesinde Ankara-İstanbul dışında Türkiye’nin çeşitli şehirlerinde yaşayan insanlara da ulaşmış.

Bu konferanslarda alınan genel bir geri bildirim, birçok “hevesli” insanın ödenek bulmakta zorlanması, o nedenle çok istemelerine karşın gelememeleri oluyordu. Bunun üzerine “hep onlar mı bizim olduğumuz yere gelecekler, bir de biz onlara gidelim” düşüncesiyle konuşmacıların belirli şehirlere giderek konuşma yapması fikri ortaya atıldı.

Hem katedilecek yolu azaltmak (malum o zaman uçaklar ve havaalanları bu kadar yaygın/ucuz değil), hem de ev sahipliği yapacak üniversiteler için daha çekici hale getirmek için bir “turne” tasarlanmaya başlandı. Her üniversite konaklama masraflarının yanı sıra, bir sonraki üniversiteye olan yol masrafını karşılayacaktı. İnternet Haftası genelde hem tüm üniversitelerin beraber etkinlik yaptığı ve zaman ayırdıkları bir dilim olarak uygun gözüküyordu.

Ve 14 gün süren, 6 şehri kapsayan bir turne İnternet Haftası Etkinlikleri kapsamında başladı. Ben, Devrim Gündüz ve Fatih Özavcı (o dönemde birbirlerini çok az tanıyan 3 kişi) sırasıyla Mersin, Kayseri, Niğde, Elazığ, İzmir ve Afyon’a gittik. Her şehirde 2 ya da 3 gün seminer verdik, seminer bitiminde otobüse atlayıp ertesi gün sabah başka bir şehirde kaldığımız yerden konuşmaya devam ettik. Mersin’de Onur Yalazı, Elazığ’da Gürkan Karabatak, İzmir’de Onur Küçük, Afyon’da Harun Şeker gibi güzel insanlarla ilk defa tanıştık. Tanıştıklarımızı o sene ilki yapılacak Linux ve Özgür Yazılım Şenliği’ne “iade-i ziyaret”e çağırdık.

df_dg_fo_2002

Bu uzun yolculuk sırasında tatlı-tuzlu bir sürü anımız oldu, bunların en akılda kalanlarından biri son gece gerçekleşti. Genel konaklama düzenimiz ben ve Devrim’in bir odada, Fatih’in tek başına ayrı bir odada kalması biçimindeydi. Nedeni ise Fatih’in baca gibi tütmesi, odayı nefes ve koku alınamaz hale getirmesiydi. Afyon’da son gece benim o dönemki sağlık problemlerim nedeniyle yarattığım gürültüye artık daha fazla dayanamayan Devrim, uyuyabilmek için üzerine örttüğü çarşafa sarınıp Fatih’in dumandan yapılma odasına iltica etti. Yanına sabah yataktan kalkınca giyeceklerini almayı unutan Devrim, Fatih’ten bir şortunu ödünç almak durumunda kaldı. Sonra şortu ona geri vermeyi unutan Devrim, şortla beraber “yaşamına” geri döndü.

Yıllar akıp geçti, doğru anımsıyorsam üçümüz beraber tekrar yola gitme fırsatımız olmadı. Her yıl yapılan şenliklerde karşılaştığımız zamanlarda da Devrim yanında getirmeyi unuttuğundan, şortu iade edemedi.

Yıl: 2011. Akademik Bilişim Konferansı için buluştuk. Devrim nihayet yanında 9 sene önce Afyon’da ödünç aldığı şortu getirmişti, üçümüzün tekrar buluştuğu Malatya’daki bu karede Fatih’e onu geri verdi.

df_dg_fo_2011

Gezegen | 2 Yorum »
 

Malatya’da sabah kahvaltısı

01 Şubat 2011 Salı, 16:15

Malatya’daki Akademik Bilişim Konferansı’na kurslar için erken gelen LKD ekibi bu sabah DivanPark’ta bir kahvaltı ettik, anlatılmaz yaşanır… Çeşit çeşit peynirler (sanırım 12-13 tane saydım), bal, kaymak, yoğurt, reçel, gözleme, kavurmalı yumurta, lavaş ve daha adını bilemediğim nice güzellikler…

Anca masanın yarısını çekebildim, kalanını siz hayal edin…

Hayatımda bu kadar çeşitli/güzel kahvaltı yemedim. Karnım isyan etti, gözüm doyamadı, her şeyi tadamadım bile. Gece sofrasından sonra, 9’da kurslar başlamadan önce 7:30 civarı kalkıp kahvaltıya gitmemize kesinlikle değdi.

Yarın sabah bu filmi tekrar çekmeyi hayalimiz var :)

Gezegen | 3 Yorum »
 

WordPress altyapısını bağımsız betiklerde kullanmak

03 Ocak 2011 Pazartesi, 15:58

WordPress içinden çalıştırılmayacak ancak bir WordPress kurulumundaki bilgilere erişmesi gereken bir betik hazırlamam gerekti.

Veritabanına doğrudan erişip, WordPress’in veritabanı yapısına göre kendi fonksiyonlarımı yazarak bu işi yapabilirdim. Ancak daha kolayı, kendi betiğimde, WordPress’in kendi fonksiyonlarını kullanarak yapmak oldu. Üstelik ileride yayınlanacak WordPress sürümlerinde de veritabanı yapısında değişiklik olursa etkilenmiyor betik böylece.

PHP betiğine aşağıdaki iki satırı yerleştirmemiz yeterli oluyor. WordPress kurulumunun kökünde bulunan wp-blog-header.php dosyasının tam yolunu vermeyi unutmayın.

define('WP_USE_THEMES', false);
require('wp-blog-header.php');

Sonraki satırlarda istediğimiz gibi WordPress fonksiyonlarını (query_posts(), get_permalink(), vs vs) dilediğimiz gibi kullanabilir hale geliyoruz.

İlla betik olması gerekmiyor, sitenizde WordPress kurulumu dışındaki tüm PHP sayfalarında da bu biçimde WordPress’in tüm API’sini kullanabilirsiniz.

Gezegen | Yorum Yok »
 

Thunderbird’de yazıcı çıktısını güzellemek

28 Aralık 2010 Salı, 12:54

Thunderbird‘de bir e-postanın yazıcıdan çıktısını alırken başlık kısımlarını da basması istenmeyen bir durum olabiliyor.

Başlıkları kaldırabilmek için güzel bir eklenti buldum. PrintingTools sadece başlıkları yok etmekle kalmıyor, yazıcı çıktısında birçok özelleştirmeye de olanak tanıyor.

Gezegen | Yorum Yok »