Öyle bir seyir defteri…

Şeftali (ağaçları) diyorum

07 Ağustos 2006 Pazartesi, 14:39

Koca koca, sulu sulu, tatlı mı tatlı… Tüyünden ve kabuğundan rahatsız olmayan, tam aksine bayılan bir insan olduğum için çok mutluyum.

Bu yazın şeftali spesiyali, beynimde durmadan Tansu’nun sesi eşliğinde çalan “Tini mini hanım”.

Şeftali ağaçları
Türlü çiçek başları
Yaktı yandırdı beni
Yarin hilal kaşları

Tin tin tini mini hanım
Seni seviyor canım

Musiki, Yimmek | Yorum Yok »
 

PHP geliştiricileri PHP4’ü hatırladı

03 Ağustos 2006 Perşembe, 19:07

PHP geliştiricilerinin PHP5’i geliştirmeye kendilerini kaptırıp PHP4’ü kaderine terk ettiklerini düşündüğümden kendimi Hardened-PHP projesinin güvenlik yamalarına vurmuştum.

PHP4’ün yeni 4.4.3 sürümü umutları yeşertmeye yetecek mi bakalım…

Gezegen | Yorum Yok »
 

Basın yoluyla duyurulan programlı kesinti

03 Ağustos 2006 Perşembe, 09:48

Elektrik idaresi yarım saat önce elektriğimizi kesti. 18:00’e kadar gelmeyecekmiş, programlı bakımmış. Basın yoluyla duyurduk iki gündür dedi. “Bize öyle bir bilgi gelmedi” diye yanıt veresim geldi memur ağzıyla. O saatlerde televizyon seyretmek, gazete almak, hatta o sayfasını okumak zorunda mıyım kardeşim? Posta kutuma bir kağıt bırak bi zahmet, her ay faturayı bırakmasını biliyorsun. Onu basın yolu ile duyurmuyorsun di mi? Hem hadi bildiğimi farzet napacam ben 9 saat elektriksiz? Kuşlar gibi göç edeceğiz artık bugünlük, elektrikli diyarlara…

Gezegen | 2 Yorum »
 

Don’t goof with a spook

02 Ağustos 2006 Çarşamba, 03:13

Mp3 çalarlı ilk tatilimde, bu kutsal aletin önemli bir yararını farkettim. Plajda kulağına takıyorum ve acayip (tekrarlayan) müziklerin her hücreme işlemesinden kurtuluyorum (İlkay ne kadar teşekkür alıyorsun anla).

Bu senenin plaj müziklerinden seçmeler :

  • Morly Grey – The Only Truth
  • Amon Duul II – Wolf City
  • Kaipa – Kaipa
  • Marty Friedman – True Obsessions
  • Cravinkel – Garden of Loneliness
  • Univers Zero – 1313
  • Kitaro – Heaven Heart
  • Peter Bardens – The Answer
  • Morphine – Good

Yanıma hiç Led Zeppelin almadığıma pek yandım.

Musiki | Yorum Yok »
 

Bunu da yapmadık demeyeceğiz

31 Temmuz 2006 Pazartesi, 00:21

Ilıca’da FCH Mobil’i çektik bir otoparka, açtık notbukları, yakındaki bir kablosuz ağdan damarlarımızı internete bağladık.

Gezegen | 5 Yorum »
 

Kol ağrıtan kitaplar serisi

28 Temmuz 2006 Cuma, 20:17

“Ağır” kitap her zaman “ağırbaşlı” anlamına gelmiyor. Bir de yerin çekimine daha çok kapılan kitaplar var. Kaldırması, havada tutması zor, bir sağ kola bir sol kola geçirsen ya da iki elle birden tutsan da kısa zamanda ağrı yapanlardan bahsediyorum.

R. A. Salvatore
‘nin Drizzt dışında bişilerini okumak istiyordum, Ruhban serisi daha yeni çevrilmeye başlandığı (daha bir kitabı var yayınlanan) için tüm serisi çevrilmiş olan İblis Savaşları’na çevirdim rotayı. 3 ciltlik serinin iki kitabını Ideefixe’in acayip bir indiriminden çok ucuza almıştım, bir köşede duruyordu. Bir de amca şunu 3 kitap değil de 6 kitap olarak yayınlasaymış ne güzel olurmuş. 3 kitap güya da, kitapların her biri 700-800 sayfa. 300-400 sayfalık kitaplardan iki tane ediyor. Taşıması ayrı bir dert, çantaya sığdırması ayrı bir dert, okurken havaya kaldırması ayrı bir dert.

Şu bir gerçek ki, adam “süper kahraman” yaratma konusunda başarılı. Bir kitapta 5-6 tane çıkarmış gene. İlk defa, yan rollerde de olsa üstün güçleri olmayan birkaç tip yaratmış, hoşuma gitti ne yalan söyleyeyim. Onun kitaplarını okurken bazen bunun — daha az güçlü karakterlerin eksikliğini hissediyorum. Bir de böyle bir karakterin başrolde olduğu bir kitabını okursam, işte o zaman mutluluk dansı yapabilirim.

İblis Savaşları’nın ilkini bitirirken yaptığım kol kasının gazıyla Dune‘un 5. kitabı, Dune’un Kafirleri‘ne giriştim. Değer verdiğim insanlardan övgü alan 5 ve 6. kitapları okuyabilmek için Dune 4 eziyetine bile katlanmıştım. İşkencenin etkilerinin geçmesi ve bir sonraki kitaba geçebilmem dile kolay iki senemi aldı. Sarmal’ın 4-5-6. kitaplarının çevirisini beğenmediğim gibi ağır kağıda da basmışlardı hainler (aloo, insan okuyacak bunu). Kaç senedir ilk 6 kitabı tekrar çevirip yayınlayacağını vaadeden Kabalcı’yı bekleye bekleye göl oldu. “İblisin Uyanışı” ile yaptığım sıkı antrenman sağolsun, ilk 120 sayfanın sonunda hala pişman olmuş değilim. Sadece çevirmene laflar hazırlayıp duruyorum :)

Kitap | 2 Yorum »
 

Pos, pin, çip ve diğerleri

26 Temmuz 2006 Çarşamba, 20:10

Bankalar gün geçmiyor ki, bize seçme şansı vermeden yeni hizmetleri devreye sokmasın. Bunların bazıları hayatımızı kolaylaştırırken, bazıları da hayatımızı zehir ediyor. Yaşamımın özgür olmayan alanlarından biri. Ya hiç banka ile çalışmayacaksın (hayatı çok zorlaştırıyor) ya da kaçınılmazın tadını çıkarmaya çalışacaksın.

Son tat kaçırıcı eylem kredi kartı kullanırken parola girmek. Bankayı arayıp tüm kredi kartlarımın (aynı banka olmasına karşın bir tane de yok nedendir bilinmez) parolasını aynı yapmalarını söyledim. Her kart için ayrı ayrı kombinasyonlarda bazı pos makinalarında kabul ediyor, bazılarında etmiyor; bazılarında kabul etmese de işlem yapıyor (imza atıyorum), bazılarında parolayı kabul etmezse direk reddediyor; parolayı kabul etmeyip ödemeyi yapmadığı zaman parolayı üstüste üç kere yanlış girip kartın parolasını kitleyebiliyorum, o zaman ödemeyi yapıyor.

Tabii asıl can sıkıcı olan, herkesin önünde kart parolası girmek zorunda kalmak. Evet, onun için ayrı cihaz var – elinize veriyorlar ;) ama gene de sağda, solda, önde, arkada olan birçok kişinin görüş alanında parola giriyorsunuz. Marketteki kasada sırada olduğunuzu düşünün, çevrede birçok insan var. Ya da bir lokantada beraber yemek yediğiniz insanların önünde bunu yapmalısınız.

Ya vpos’ta, internet alışverişlerinde ne olacak? Ben alışveriş yaptığım siteye kartımın parolasını mı göndermek zorunda kalacağım? Kredi kartı bilgilerimin yanı sıra onu da veritabanlarında tutup çaldırsınlar da tam olsun.

Parola işi zorunlu hale geldiğinde gerçek bir curcuna ile karşılaşacağız gibime geliyor. Biz teknoloji ile aşina yetişen nesil bir şekilde çeşitli taktikler geliştirir boğuşuruz da ya diğerleri? Parolasını yanlış girdiği için ödeme yapamayan ve karizması çizilen “ağır abi” nasıl tepki gösterecek buna? Ya da gözlüğünü evde unuttuğu için tuşların üzerindeki rakamları göremeyen genç olmayan insanlar ne yapacak?

Nereden dellendin durduk yerde derseniz, bugün ilk defa “korunaklı” bir parola girme cihazı gördüm. Parola girme panelinin yanını yükseltmişler, nispeten basılan tuşların görünmesini zorlaştırıyor. Eh, hiç yoktan iyidir diye düşündüm.

Memat | Yorum Yok »
 

Tükürdüğümü bir yalarım, bal dök…

26 Temmuz 2006 Çarşamba, 00:04

Las Vegas dizisini çevremdeki birçok insanın “olm harika dizi, bir sürü güzel kadın var” şeklinde lanse etmesi nedeniyle Sahil Güvenlik‘le aynı kefeye koyup ciddiye almadığım gibi, üzerime gelenleri de benzer argümanlarla püskürttüm bugüne kadar (bir de James Caan faktörü var elbette, ııyk).

Tükürüğümün tadı (bile) hiç fena diilmiş yaw. Hani başyapıt falan değil elbette ama izlediğim birçok diziden aşağı kalır yanı yok. Sürükleyici, değişik bir tat, değişik bir doku. “Çikolata renkli sanatçı” da bonusu.

Film / TV | Yorum Yok »
 

Seferi olduk biz (yine)

24 Temmuz 2006 Pazartesi, 23:34

İzmir yakınlarına gelmişken, çevrede uzun zamandır yapmak isteyip de yolumuz düşmediği için yapamadıklarımıza zaman ayırmasak ayıp olurdu. Didem nasıl olsa araba kullanmayı seviyor, yol yapmak hiç problem olmuyor :). Sabah erken yola çıkma hayalimiz uykuculuğumuzla (tatlı biçimde) suya düştüyse de, saat 10:00 gibi yola koyulduk.

İlk durağımız Seferihisar’dı, babaannemi yazlığında haber vermeden ziyarete gittik. Başarılı bir zamanlama ile sürpriz varlığımız ona hoş bir doğumgünü hediyesi oldu. Yaşını söylemekten kaçınmasa da, tatil yerinde (bu yaşta tek başına tatil yapıyor diye) büyük olay olmaması için yaşı sorulduğunda “doğduğumdan beri yaşıyorum” demeyi tercih ediyor. Kesinlikle yaşını göstermediğini belirtmeliyim. O yazlığa gitmeyeli bir 10 seneden fazla olmuştu herhalde. Aynen hatırladığım gibi — benim (ve ablamın) yattığı ranza bile.

Akşamüstüne doğru rotayı İzmir’e, daha doğrusu Karşıyaka’ya doğru çevirdik. 1997’de pılımı pırtımı toplayıp Ankara’ya döndükten sonra ilk yıllar hiç gitmek istemedim, son 5-6 yıldır ise İzmir’i özlemiştim. 2002’deki LKD Gezici Seminer Turu ile konuşmacı olarak iki günlüğüne gelmiştim ama pek bir yeri dolaşma fırsatım olmamıştı.

Karşıyaka’ya geldikten sonra ilk işimiz aracı iskeleye yakın bir otoparka bırakmak ve yola tabanvay devam etmek oldu. Eh, bildiğim yerlerin hepsine yürüyerek gidiyordum. Dizimden ameliyat olmamıştım, kilo problemim tavan yapmamıştı. O kadar farklı geliyor ki o günler şimdi. İskeleden içeriye uzanan caddede yürümeye başladık. Caminin karşısındaki hep kumpir yediğim kumpircim hala yerinde duruyordu. Döner aldığım yer ise kapanmıştı. Okuldan dönerken iki tane yarım ekmek döner yaptırır, birini eve varana kadar yolda yer, diğerini evde yerdim. Aslında cadde üstündeki birçok dükkan yenilenmişti — ya da ben çoğunu hatırlayamadım artık. Ara sokaklardan birinden eski evime doğru yönelmek yerine caddenin sonuna kadar gidip öyle ilerledik. İlk taşındığımda da yol bilmediğimden haftalarca bu rotayı izlemiştim zaten. Caddenin sonundan sağa sapıp Alaybey’e doğru yöneldik. Her yer o kadar tanıdık ve bir o kadar farklı geliyordu ki. Eve yaklaştığımda ise bulamayacağım endişesi beni sarmaya başladı. Ne apartman numarasını, ne de adını hatırlıyordum. Birkaç yanlış apartmana baktıktan sonra, doğru apartmanı görünce ismini de hatırladım. Filmlerde olduğu gibi içeri girip, kapıyı çalıp, “ben burada 11 sene önce oturmuştum, bir içeri gezebilir miyim?” dememek için kendimi zor tuttum. Zaten iş gününün ortasında evde insan bulamazdım büyük olasılıkla, bulsam bile insanları rahatsız etmek ayıp olurdu. Hayır dese bir türlü, evet dese tanımadığın biri, hazırlıksız bir anında evinin ortasına dalacak. Neyse ki Didem akledip benim evi ararken (ve bulduktan sonra) fotoğraflarımı çekti de, hatıra oldu.

Sonraki hedef Okan (Çetin) oldu. Bir bilgisayarcıda oyun ararken tanıştığım, sonra evimin birkaç apartman ötesinde oturduğunu ve hatta yakın sınıf arkadaşlarımdan biriyle akraba olduğunu öğrendiğim bu güzel insan, benden 10 yaş büyük olmasına rağmen bana akranı gibi davranırdı. Dostluğumuz bana çok şey öğretmişti. Birçok değişik konuya ilgi duyan Okan için internetin bugün geldiği nokta tam bir cennet olsa gerek. Üstüne beni modem, BBS’ler ve Hitnet ile tanıştıran da o olmuştu. Bilgisayar ile insanlarla iletişim kurabilmek hayatımı o kadar değiştirmişti ki… Görüşmeyeli çok seneler oldu. Ankara’da askerlik yapmasına rağmen o dönem çok da stabil olmayan ben, onu ziyarete gitmemiştim. Gerçi o dönemki gür sakalım nedeniyle Genelkurmay’a girmem de zor olurdu ama başka bir yöntem bulurdum elbet; vefasızlık işte, diyecek laf, bulunacak bahane yok. Evini bulup sürpriz baskın yapabilir miyim diye düşündüm ama kendi evimi zor bulduğum, onun evine de çok sık gitmediğimi düşününce pek şansım olmadığına karar verip, telefonla aradım. Zaten aynı semtte başka bir eve taşınmış :). Vapurla Karşıyaka’ya gelmekte olduğunu söyleyince iskelede buluştuk. Yıllar onu hiç değiştirmemiş. Oturduk konuştuk bol bol. Daha doğrusu o konuştu, ben çoğu zaman olduğu gibi kolaya kaçıp çanak tutmayı konuşmaya tercih ettim, dinlemekten keyif aldım.

Akşam için Mert’in (Uzbaşlı) aile kebapçısında (miyamm) Onur’un (Küçük) da katılımıyla yemeyi, hem de hasret gidermeyi hayal ediyorduk. Didem geçen sene gittiğinden beri öve öve bitiremiyordu, tek başına bu motivasyon bile İzmir’e gelmeye yeterdi aslında ;). Buluşma için saatleri tutturamayınca, bir anda bir saat kadar bir boşluğumuz oldu. Notbukları kaptığımız gibi iskelenin biraz yukarısındaki ara sokaklardan birindeki internet cafe’ye attık kendimizi. Dışarıdaki masalar hayal ettiğim gibi kablosuz ağ bağlantısının ipuçlarıymış. Bilgisayardan kablo söktür, bağla vs derdimiz olmadan oturup kullanmaya başladık. 2 mbit de bağlantı, mis gibi. Dizüstülerimizdeki görüntülerin Linux’la tanışmış gözlerden kaçmaması beraberinde “Açık kaynak?” sorusunu da getirdi. İlk anda “Neden Linux?” sorusunu “Neden Windows?” şeklinde kaytarıcı biçimde yanıtlayıp sıyrılmaya çalıştıysam da, fırsatı kaçırmayıp daha uzun uzadıya açıklamalar yaptık Didem’le beraber. Tatilde değil de kendimizi daha “aktivist” hissediyor olsaydık, daha öldürücü hamlelerde bulunabilirdik belki. Birer bardak da kola ikram ettiler ama biz iki “cins”, kola içmediğimizi belirtip teşekkür edip. Yaptıkları ikram böyle boğaza dizilir yani. Bir saatlik bir internet hayatının sonrası ise tek kelimeyle özetlenebiliyor : kebap >8-)

İzmir serüveni birçok anının hücüm etmesine yol açtı. Karşıyaka’da oturduğum o ilk yılı ne kadar dolu dolu yaşamışım diye düşünmeden edemedim. Kendime imrendim.

Memat | 1 Yorum »
 

Tatil sayıklamaları

22 Temmuz 2006 Cumartesi, 22:41

Tatilini geçirmek üzere İzmir’in Ildır köyüne gelen; 4 yıldızlı denize sıfır bir otele yerleşen kahramanımız, henüz rahatlayamamıştır. Güzelim otelin çeşitli ayrıntılarına takılmadan edememektedir. Gepgeniş oda yapmışsın, insan bir tane priz mi koyar? “Merkezi havalandırma”ya klima denmez, peynir ekmekle yenmez. Bu kadar güzel otel yapıyorsun adam gibi klima tak yahu. İnsan buzdolabını da odadaki “anahtarı çekince kesilen” elektriğine bağlamaz ki. Odada olmadığımda çalışmazsa o buzdolabı ne işe yarayacak? Odada tek priz olduğunu söylemiş miydim? 24:00’ten sonra ortalıkta içki içersen paralı ama diskoda içersen ücretsiz, hani içeceğim yok zaten ama komik yani. Akşam ne çeşitli açık büfeydi öyle, sabah ne bu böyle tek peynir çeşidi. Hem ben otelde yolumu bulmak için neden Fransızca bilmek zorundayım? Şu salıncağı biri yağlasııın!

Sakiiin sakiiin… denize gireceksin, su tüm vücudunu saracak, yüzmeye başlayacaksın, karadan uzaklaştıkça sinir devrelerin tek tek çözülecek…

Nitekim öyle oldu. Uzun zamandır kaldığım en rahat yer gerçekten. Ferah büyük bir oda, ferah bir banyo (insan boyutunda küvet bile var), hatta ferah bir balkon, deniz manzaralı hemi de, uzun zaman sonra bitişik bir çift kişilik yatak. Ege’nin denizini de özlemişim. Ayvalık’ı hatırladım. Püfür püfür de esiyor…

En yakın internet cafe’ye 15 km uzaklıktayım, iletişemiyorum da. En güzeli…

Memat | 1 Yorum »