24 Temmuz 2006 Pazartesi, 23:34
İzmir yakınlarına gelmişken, çevrede uzun zamandır yapmak isteyip de yolumuz düşmediği için yapamadıklarımıza zaman ayırmasak ayıp olurdu. Didem nasıl olsa araba kullanmayı seviyor, yol yapmak hiç problem olmuyor :). Sabah erken yola çıkma hayalimiz uykuculuğumuzla (tatlı biçimde) suya düştüyse de, saat 10:00 gibi yola koyulduk.
İlk durağımız Seferihisar’dı, babaannemi yazlığında haber vermeden ziyarete gittik. Başarılı bir zamanlama ile sürpriz varlığımız ona hoş bir doğumgünü hediyesi oldu. Yaşını söylemekten kaçınmasa da, tatil yerinde (bu yaşta tek başına tatil yapıyor diye) büyük olay olmaması için yaşı sorulduğunda “doğduğumdan beri yaşıyorum” demeyi tercih ediyor. Kesinlikle yaşını göstermediğini belirtmeliyim. O yazlığa gitmeyeli bir 10 seneden fazla olmuştu herhalde. Aynen hatırladığım gibi — benim (ve ablamın) yattığı ranza bile.
Akşamüstüne doğru rotayı İzmir’e, daha doğrusu Karşıyaka’ya doğru çevirdik. 1997’de pılımı pırtımı toplayıp Ankara’ya döndükten sonra ilk yıllar hiç gitmek istemedim, son 5-6 yıldır ise İzmir’i özlemiştim. 2002’deki LKD Gezici Seminer Turu ile konuşmacı olarak iki günlüğüne gelmiştim ama pek bir yeri dolaşma fırsatım olmamıştı.
Karşıyaka’ya geldikten sonra ilk işimiz aracı iskeleye yakın bir otoparka bırakmak ve yola tabanvay devam etmek oldu. Eh, bildiğim yerlerin hepsine yürüyerek gidiyordum. Dizimden ameliyat olmamıştım, kilo problemim tavan yapmamıştı. O kadar farklı geliyor ki o günler şimdi. İskeleden içeriye uzanan caddede yürümeye başladık. Caminin karşısındaki hep kumpir yediğim kumpircim hala yerinde duruyordu. Döner aldığım yer ise kapanmıştı. Okuldan dönerken iki tane yarım ekmek döner yaptırır, birini eve varana kadar yolda yer, diğerini evde yerdim. Aslında cadde üstündeki birçok dükkan yenilenmişti — ya da ben çoğunu hatırlayamadım artık. Ara sokaklardan birinden eski evime doğru yönelmek yerine caddenin sonuna kadar gidip öyle ilerledik. İlk taşındığımda da yol bilmediğimden haftalarca bu rotayı izlemiştim zaten. Caddenin sonundan sağa sapıp Alaybey’e doğru yöneldik. Her yer o kadar tanıdık ve bir o kadar farklı geliyordu ki. Eve yaklaştığımda ise bulamayacağım endişesi beni sarmaya başladı. Ne apartman numarasını, ne de adını hatırlıyordum. Birkaç yanlış apartmana baktıktan sonra, doğru apartmanı görünce ismini de hatırladım. Filmlerde olduğu gibi içeri girip, kapıyı çalıp, “ben burada 11 sene önce oturmuştum, bir içeri gezebilir miyim?” dememek için kendimi zor tuttum. Zaten iş gününün ortasında evde insan bulamazdım büyük olasılıkla, bulsam bile insanları rahatsız etmek ayıp olurdu. Hayır dese bir türlü, evet dese tanımadığın biri, hazırlıksız bir anında evinin ortasına dalacak. Neyse ki Didem akledip benim evi ararken (ve bulduktan sonra) fotoğraflarımı çekti de, hatıra oldu.
Sonraki hedef Okan (Çetin) oldu. Bir bilgisayarcıda oyun ararken tanıştığım, sonra evimin birkaç apartman ötesinde oturduğunu ve hatta yakın sınıf arkadaşlarımdan biriyle akraba olduğunu öğrendiğim bu güzel insan, benden 10 yaş büyük olmasına rağmen bana akranı gibi davranırdı. Dostluğumuz bana çok şey öğretmişti. Birçok değişik konuya ilgi duyan Okan için internetin bugün geldiği nokta tam bir cennet olsa gerek. Üstüne beni modem, BBS’ler ve Hitnet ile tanıştıran da o olmuştu. Bilgisayar ile insanlarla iletişim kurabilmek hayatımı o kadar değiştirmişti ki… Görüşmeyeli çok seneler oldu. Ankara’da askerlik yapmasına rağmen o dönem çok da stabil olmayan ben, onu ziyarete gitmemiştim. Gerçi o dönemki gür sakalım nedeniyle Genelkurmay’a girmem de zor olurdu ama başka bir yöntem bulurdum elbet; vefasızlık işte, diyecek laf, bulunacak bahane yok. Evini bulup sürpriz baskın yapabilir miyim diye düşündüm ama kendi evimi zor bulduğum, onun evine de çok sık gitmediğimi düşününce pek şansım olmadığına karar verip, telefonla aradım. Zaten aynı semtte başka bir eve taşınmış :). Vapurla Karşıyaka’ya gelmekte olduğunu söyleyince iskelede buluştuk. Yıllar onu hiç değiştirmemiş. Oturduk konuştuk bol bol. Daha doğrusu o konuştu, ben çoğu zaman olduğu gibi kolaya kaçıp çanak tutmayı konuşmaya tercih ettim, dinlemekten keyif aldım.
Akşam için Mert’in (Uzbaşlı) aile kebapçısında (miyamm) Onur’un (Küçük) da katılımıyla yemeyi, hem de hasret gidermeyi hayal ediyorduk. Didem geçen sene gittiğinden beri öve öve bitiremiyordu, tek başına bu motivasyon bile İzmir’e gelmeye yeterdi aslında ;). Buluşma için saatleri tutturamayınca, bir anda bir saat kadar bir boşluğumuz oldu. Notbukları kaptığımız gibi iskelenin biraz yukarısındaki ara sokaklardan birindeki internet cafe’ye attık kendimizi. Dışarıdaki masalar hayal ettiğim gibi kablosuz ağ bağlantısının ipuçlarıymış. Bilgisayardan kablo söktür, bağla vs derdimiz olmadan oturup kullanmaya başladık. 2 mbit de bağlantı, mis gibi. Dizüstülerimizdeki görüntülerin Linux’la tanışmış gözlerden kaçmaması beraberinde “Açık kaynak?” sorusunu da getirdi. İlk anda “Neden Linux?” sorusunu “Neden Windows?” şeklinde kaytarıcı biçimde yanıtlayıp sıyrılmaya çalıştıysam da, fırsatı kaçırmayıp daha uzun uzadıya açıklamalar yaptık Didem’le beraber. Tatilde değil de kendimizi daha “aktivist” hissediyor olsaydık, daha öldürücü hamlelerde bulunabilirdik belki. Birer bardak da kola ikram ettiler ama biz iki “cins”, kola içmediğimizi belirtip teşekkür edip. Yaptıkları ikram böyle boğaza dizilir yani. Bir saatlik bir internet hayatının sonrası ise tek kelimeyle özetlenebiliyor : kebap >8-)
İzmir serüveni birçok anının hücüm etmesine yol açtı. Karşıyaka’da oturduğum o ilk yılı ne kadar dolu dolu yaşamışım diye düşünmeden edemedim. Kendime imrendim.
Memat | 1 Yorum »