Öyle bir seyir defteri…

Sirken otu kavurması

21 Eylül 2010 Salı, 18:57

Cumartesi günü Datça pazarında görüp sirken otu aldık iki demet. Daha önce adını duymuş ama hiç kendisi ile tanışma fırsatı bulamamıştım.

sirken1

Otları yıkayıp doğradım ve az suda haşladım. Bir tavada da zeytinyağında kırmızı toz acı biber ve iki tane soğanı bezdirircesine düşük ateşte kavurdum. Otlar yumuşayınca suyunu süzüp, tavadaki soğana kattım, tuzunu ekleyip kavurdum.

sirken2

Sarımsaklı yoğurtla da pek lezzetli oldu.

Yimmek | Yorum Yok »
 

Kıymalı Yeşil Fasülye Kavurması

05 Eylül 2010 Pazar, 21:00

İlkay’ın eşi Banu’dan geçen sene öğrenip, accık kendi mutfak aletlerime göre adapte ettiğim enfes bir tarif kendisi. Son bir yıldır yeşil fasülye mevsiminde hemen her hafta bir öğün yiyoruz.

150g kıymayı 1.5 çay kaşığı toz acı biber (ya da yarım çay kaşığı acı biber salçası) ile beraber pembesi kalmayıncaya kadar kavuruyorum. Evet, soğansız! Üzerine bir yumurta kırıp karıştırıyorum. Daha sonra 2 domates ve 2 yeşil biberi doğrayıp katıyorum. Son olarak da (Didem tarafından) ayıklanıp ikiye kırılmış 1 kg yeşil fasülyeyi katıyorum. Tuz ve karabiberini ekledikten sonra düdüklüde 10 dakika pişiriyorum.

Yeşil fasülyeyi sırf zeytinyağlı/soğuk olarak tadıp sevmediyseniz, bir de bunu deneyin. Bayılacaksınız.

Yimmek | Yorum Yok »
 

Etiket Makinası

04 Eylül 2010 Cumartesi, 11:57

Son üç aydır mutfakta kullanmaya başladığımız, optimize motorize birliklerimize yeni katılan oyuncak etiket makinası…

Her şey Bahar‘ın “ben bişileri dondururken, üzerlerine hangi tarihte dondurduğumu yazıyorum; böylece karışmıyor” demesi ile başladı. Bunu ben de düşünmüştüm gerçekten ama zaten derin dondurucuda bizde bir yiyecek bozulacak kadar dayanmıyor, yiyoruz :) diye düşünerek vazgeçmiştim.

Sonra bazı yiyecekler hangi “mahsül” olduğuna göre ayırt etmeye başladık. Örneğin x tarihindeki köfte daha yumuşak, y tarihindeki daha soğanlı; z tarihinde alınmış balık yağlı ve pek lezzetli, t tarihindekiler orta karar gibi. Genellikle yemekleri iki kişi tek öğünlük paketlediğimizden sorun olmuyor ama misafir geldiği zaman aynı tür birden fazla birim yiyecek aynı anda çözdürmek gerekebiliyor.

Tabii “eskisini önce tüketeyim, yenisi daha uzun dayansın” düşüncesi de hakim oluyor insana. Bir de ne kadar olsa bir yiyeceğin tarihini görünce, insanın içi rahat ediyor.

İlk olarak ufak kağıtlara yazıp, lastikle tutturmaya başladık paketlere. Eve gelip buna tanık olan ziyaretçiler, “yaav barkod okuyucu/yazıcı alsak, onları okutsanız, direkt stoğa girse” gibi yarı esprili, yarı “sineği tankla öldüren”, yarı zihni sinir fikirlerle gelmeye başladılar.

Biz de, küçük mağazalarda bile malzemelerin üzerine fiyat basılan ufak etiketler var, onların basit damga şeklinde çalışan aletleri olmalı diye düşünerek göz ucuyla aramaya başladık. Ve tam olarak aradığımız gibi bir etiket makinamız oldu.

Dondurduğumuz gıdaların yanı sıra yumurtaları da etiketlemeye başladık (hangi gün alınmıştı bu yumurta diye). Yumurta tamamen bitmeden genelde pazardan yenisini alıyoruz, böyle olunca eski/yeni yumurtalar karışıyorlar. Ben genelde bir grubu sola bir grubu sağa diziyordum ama akılda tutmak gerekiyordu yine hangisi daha yenisi diye.

Günlük süt kullanmayanlar, sütü açtıkları tarihi sütün üzerine etiketlemek için de işlevsel buldular.

Etiket makinası mutfak dışına da taştı, aldığımız elektronik cihazların garanti sürelerinin başlangıç tarihini üzerine/altına etiket basmaya da başladık, böylece “yaav bunun garanti süresi doldu mu acaba” derdimiz de kalmadı.

İşlevine göre çok da ucuz bir meret (20 TL), etiket şeritleri de çok ucuz. Biz Ankara’daki Metro Market’ten almıştık ama başka yerlerde de bulunur mutlaka. Şimdiden etiket makinasını bizde görüp isteyen üç kişiye daha alıp ilettik bile….

Yimmek | 3 Yorum »
 

Sürk peynirinden meze

03 Eylül 2010 Cuma, 07:43

Sürk PeyniriUğradığım Firik isimli Antakya ürünleri dükkanında görüp ne olduğunu merak etmiştim sürk peynirini.

Aslında ilk gördüğümde peynir olduğunu bile algılamamıştım. Daha sonra sürk peynirini incelerken resmini görüp, “haa bu oymuş” dedim. Sonunda da aldım denemek için.

Sürk peyniri, çökelek peynirinin bol baharatla (kimyon, karabiber, yenibahar, acı kırmızı biber, kekik, vb) karıştırılıp acılı bir peynir hale getirilip kurutulmasından elde ediliyor. Rivayet odur ki uzun süre dayanırmış dolapta, bunu test etme fırsatım olmadı >8-)

Sürk peynirini parçalayıp, “ıslak” hale gelene kadar zeytinyağıyla ezip karıştırıyorum. Bol zeytinyağı da içiyor. Kolayca hazırlanan güzel bir meze haline geliveriyor. Örneğin kırmızı etle ya da köfteyle (mangalda, miyam!) çok güzel gidiyor acı acı…

Zeytinyağı ile ezilmiş meze hali bana tanıdık da geldi, daha önce adının ne olduğunu bilmeden dışarıda yemişim demek ki.

Yimmek | Yorum Yok »
 

Yahşi Ceviz

02 Eylül 2010 Perşembe, 08:22

Ceviz önlenemez büyümesine devam ediyor. Artık tam yayıldığı zaman tek başına bile bir koltuğa sığamaz hale geldi. Uyurken pozisyon değiştirdikçe kafası sık sık aşağı sallanır hale geliyor. Kışın tüyleri de iyice artınca kocaman bir kediye dönüşeceği yönünde tahmin ediyoruz.

Ceviz / 19 Ağustos 2010

Fincan’ın yokluğunda Ceviz oyun arkadaşı yokluğu çekiyordu fena halde. Yaşıtı sokak kedisi yok pek etrafta, yeni doğmuş yavrulara anneleri pek onu yaklaştırmıyordu, diğerleri de fazla büyük kalıyordu onun için.

Temmuz sonunda bir haftaya yakın şehir dışına çıkacak olunca, bizi bir endişe sardı. Baştan beri “kedi pansiyonu” kavramına hiç ısınmamıştım, kediler “evin kedisi” olurlar ve mekan değişikliklerinden hiç hoşlanmazlar. Kendi başlarının çaresine de bakarlar çoğu zaman. Hatta Gölge’yi zamanında bir arkadaşıma bıraktığımda (yolu bilerek yürüyerek 30-40 dakika sürecek bir mesafede) oradan kaçıp eve kendi başına dönmüştü.

Yine de yakın zamanki deneyimden sonra Ceviz’i ortalıkta bırakmaya güvenemedik. Bizi aramaya çıkabilir ya da köpeklerle dostluk(!) kurmaya kalkabilirdi. Biz de, birçok kişinin bu zamanlarda tatile çıktığından pansiyonda başka birçok kedi olacağı için sosyalleşmenin iyi gelebileceği avuntuları ve “biraz daha büyüsün de arada” düşünceleriyle kendisini veterinerimizin “kedi pansiyonu”na bıraktık. Hatta gıcık tipler olarak bıraktıktan bir-iki saat sonra dönüp pansiyonu teftiş bile ettik.

6 gün sonra onu aldığımızda veteriner yolculuklarının sessiz adamı Ceviz, bu sefer ciyak ciyaktı… “Bırakın beni, kaç gündür toprağa ayağımı basmadım” diye ciyakladığını tahmin ediyoruz. Rahat durmadı, nihayet eve döndüğümüzde ise birkaç saat kadar ortalıktan yok oldu. Bir gün kadar pansiyondaki cins kedilerden topladığı tüyleri etrafa saçtı, birkaç gün kadar uyku düzeni alıştığımız gibi değildi, sonunda normale döndü. Biz de “eh, bunu da denemedik demeyeceğiz” diyerek Ceviz’in de pansiyon kumaşı olmadığını öğrenmiş olduk.

Bu arada Ceviz’in çevre kedilerle sosyalleşme çabaları sürdü. Sıcaktan baygınlık geçirip, bir gölgede uyuklayan Ankara ya da Van kedisi kırması olduğunu tahmin ettiğimiz bir kedi kardeşin üzerine atlayarak uyandırma (Fincan’a yaptığı gibi) ve daha sonra kaçıp, dönüp bakmaları (hadi beni kovalasana der gibi) bizim için çok eğlenceliydi. Diğer kedi için olduğuna emin değilim, bizimki gibi “oyuncu” yaklaşmadı olaya :)

Bu kez Ağustos’un ikinci yarısında 3 günlüğüne ortadan yok olacağımız zaman Ceviz’i kendi başına evde bırakmaya karar verdik. Yakında tatile gideceğimizden, onun için de kısa süreli bir prova yapmak iyi olacaktı.

Döndüğümüzde sabah bir baktık ki, kendi başının çaresine bakmakla kalmamış bir de evde parti vermiş. Bahçede oynamaya çalıştığı iki yavru kediden biri de evdeydi. Bizi görür görmez pencereden kaçtı tabii. Ceviz klasik “sabah oldu, acıktım” miyawlamasını yaptı, hemen yemek verdik, çok az bişi yedi ama sustu.

Salona girdik ve bir baktık salon kuş tüyüne bulanmıştı. El süpürgesi ile temizlerken salondaki büfenin altında yarısı yenmiş bir saksağan (dikkat, serçe ya da yavru bir kuş değil, koskoca karga büyüklüğünde saksağan) bulduk. Bizim oğlan tokmuş bile meğer…

İnsanlar evlerinde yarı-yenmiş bir kuş ölüsü bulsalar çok kızarlar, bu yahşiliğe tahammül edemezler (doğal seleksiyon diyoruz!), oysa bizse çocuklar gibi şendik. Tabii koskoca saksağanı bizimkinin tek başına indirmediğinin farkındaydık ama yine de diğer kedilerden biri indirip onunla paylaşmıştı en azından. Bizimki de kuşu yenilebilir bir malzeme olarak görüp evin içine kadar getirmişti. Diğer kedilerle anlaşıyor olması da cabası.

Saksağan için de hiç üzülmediğimizi söyleyebilirim. Bu sene saksağan popülasyonunda ciddi bir artış var ve çok kafa ütülüyorlar. Sabahları horoz gibi uyandırıyorlar, o kadar susmuyorlar ki diğer kuşların cıvıltısını bile duyamıyoruz doğru düzgün. Bahçedeki bilumum domatesleri didikliyorlar, geçen sene her sabah bahçeden domates yerken bu yıl neredeyse hiçbişi yiyemedik. Bahçede yürüyerek fink atıyorlar. Mahalledeki kedilerin fazlaca beslenmesi ve kuşları avlamamasından olduğundan şüpheleniyorum kendi adıma.

Saksağanın yarı-yenmiş cesedini toplayıp bahçemizde genelde kedilere yemek atılan yere attım. Hem kalanını yer kediler belki diye, hem de ibret-i alem olsun diye. Bütün saksağanlar delirdi ve 2 saat (gerçekten 2 saat) cenaze namazı kıldılar bahçede. Günün ilerleyen saatlerinde pek kalabalık geçen cenaze namazı bitmiş olsa da geç gelip taziyelerini sunan saksağanlar vardı hala arka bahçede, bol bol kafamızı şişirdiler.

Saksağan sonrası Ceviz artık diğer kedilerle kaynaşmış yaşıyor. Bol bol koşup, oynuyorlar. Hatta yakında ev partilerine bir çözüm bulmamız bile gerekebilir… :/

Memat | 1 Yorum »
 

Kuntinyak’a güle güle

27 Ağustos 2010 Cuma, 12:48

Son 6 yıldaki dramatik fiziksel değişimimi borçlu olduğum Michel Montignac, Pazar günü vefat etmiş.

1986’da ilk baskısını yazdığı kitabı temel alarak beslenme düzenimi değiştirmiş ve hayat kalitemde büyük değişiklik yaşamıştım.

Haberi gördüğüm haber sitesinin altındaki ilk yorum da gülümsetti: “o kadar sağlıklı beslendi de ne oldu. 66 yaşında gitti” :)

Bakalım biz ne zaman gideceğiz…

Memat, Yimmek | Yorum Yok »
 

Basmati pirinç ile pilav

26 Ağustos 2010 Perşembe, 07:48

Basmati pirinç ismi ile ilk glikemik indeks tablolarını kurcalarken tanışmıştım. Daha sonra tipini gördüğümde, “aaa çin işi beyaz pirinç” demiştim. Daha sonra araştırdığımda aslında Hindistan taraflarında daha yaygın olduğunu gördüm.

Pirincin özelliği, ince ve uzun olması, nişastasının az olması. Pişince boyu daha da uzuyor ama pek kalınlaşmıyor. Boyut olarak alışageldiğimiz pirinç ile tel şehriye arası gibi düşünebilirsiniz.

Nişastası az olduğu için ağır ve doyurucu pilav sevenlere hiç gelmez gibi geliyor, hafif bir pilav oluyor çünkü. Pilavını yapmak, normal pilav yapmaktan çok farklı değil, yağ miktarını biraz farklı koyuyorum sadece.

50g tereyağını kızdırıp, 3 bardak yıkanmış basmati pirinci ekleyip biraz kavuruyorum. Üzerine 4.5 bardak kaynar su ekleyip, tuzunu da koyup, kapağını kapatıp, altını kısıyorum. 15 dakika sonra altını kapatıyorum. Kapattıktan 15 dakika sonra kapağını açıp, biraz karıştırıp, geri kapatıyorum. Ondan da 15 dakika sonra tabaklara…

Benim gibi mutfak saatiniz bozulduysa ve hala yenisini almadıysanız, kteatime imdadınıza yetişir.

Sadesi bu, Didem buna sardığından henüz farklı yöntemleri denemedim (galibiyetin üzerine yattım). Ama şöyle baharatlı (safran/zerdeçal, köri, kimyon gibi), hatta bademli güzel olabilir gibime geliyor.

Yimmek | Yorum Yok »
 

Linux’ta Blackberry şarj etmek

23 Ağustos 2010 Pazartesi, 15:31

1-1.5 yıl kadar önce gökten zembille inen Blackberry telefonum sayesinde, teknolojik telefon kullanır oldum.

Elimde bunu gören herkesin sorusu “nasıl?” ya da “abi niye Blackberry aldın? nesi güzel?” oldu. Yılların eskitemediği Ericsson R520’den geçiş yaptığım düşünülürse, bu soruların hepsi anlamsız hale geliyor :). Hayatımda buna benzer bir alet daha önce kullanmadığım için, beklentilerim de çok düşük olduğundan ancak “güzel” diyebiliyorum.

Çünkü kendisini standart bir telefondan farklı olarak sadece belirli listelerdeki e-postaları okumak, jabber’da yazışmak ve arada bir not tutmak için kullanıyorum :). Bu da anladığım kadarıyla yeni nesil telefonların en uyduruğunda bile yapılabiliyor.

Şirketcek Blackberry kullanan İlkay sayesinde, birçok konuda yardım alıp kolayca başa çıkabildim bugüne kadar (beklentim de az olduğu için). Bana ilk “Linux’ta şarj edemiyorum ama Windows’ta sürücü kurunca şarj oluyor, voltaj yetmiyor yoksa” ciddiye almamıştım. Olur mu canım öyle diye…

Sonra kendimde de aynısını görünce şaşkın şaşkın baktım ve Linux çekirdeği ile 2.6.21’den beri gelen “berry_charge” modülünden haberdar oldum. Standart USB portunun sağlayabildiği enerji şarj etmeye yetmediğinden, bu modül (ve Blackberry ile gelen Windows sürücüsü de) USB portunun voltajını yükselterek şarj edebilmesini sağlıyorsunuz.

Bir süre bakındım, aleti taktığımda berry_charge modülü yüklenmesine karşın otomatik hala voltaj yetmiyor diyordu. Modelden mi diye düşünüp az bir gugulladım. Sonra uğraşasım gelmedi, uzun süre de ciddi bir gereksinimim olmadı.

Cumartesi, Pazar ve bugünden oluşan bu İstanbul turnemde telefonun şarjını evde unuttuğumdan; Blackberry kardeşim İlkay da İstanbul’da olmadığından bugün artık telefon “pilim bitiyor, yolda beni adi bir müzik çalar yerine bile koydun, yuh artık” diye ağlamaya başladı.

Ben de sıkışınca mecburen bilgisayarın başına oturup “Barry” isimli programı indirip kurmaya karar verdim. Daha önce her yerden bağlantı verilen sourceforge proje sayfasına bakmıştım, orada Blackberry senkronizasyonuna yaradığını söylüyordu. Benim de buna ihtiyacım olmadığından kurcalamamıştım.

Projenin asıl sayfasını bulunca, aynı zamanda şarj etme işi de yapabildiğini gördüm. Gerçekten yazılımı kurduğumda içinden bcharge isimli bir ufak yazılım çıktı, root olarak çalıştırdığımda Blackberry’nin hangi USB çıkışa bağlı olduğunu bulup, berry_charge modülünü kullanarak onun en yüksek akımını 100mA’den 500mA’e yükseltiyor. lsusb -v çıktısında artık MaxPower değerini 500mA olarak görüyorsunuz.

İş şimdi bunu paylaşmak, İlkay’ın da bilgisayarına kurabilmesi için bir pisi paketi haline getirmeye geldi. Şurada ufak bir taslağı var ama daha bir udev kuralı ile süsleyip, Blackberry takılınca otomatik olarak arka planda bcharge komutun çalışmasını sağlamak daha da tatlı olur. Daha henüz o konuda sıkışmadım :)

Gezegen, Pardus | 1 Yorum »
 

Adamın pizzası

23 Ağustos 2010 Pazartesi, 13:48

Dün Gürer’lerde sabahın erken saatlerinde başlayıp gece geç saatlerde biten geleneksel “brunch”ımızı da aşan bir noktada hep beraber acıkmıştık.

“Siz de hamur işi yemezsiniz, pizza olmaz” cümlesinin üzerine, uzun süredir pizza yememiş ve İstanbul’a gelmişken cozutmuş insanlar olarak Didem’le beraber balıklama atladık: “yoo yeriz, değişiklik olur”.

Tam pizza seçimi yaparken aklıma adamın pizzası geldi. 2000’lerin başlarında Ekin’in Kazasker’de evi varken ve biz İstanbul ziyaretlerimizde orada konaklarken, günün tüm yemeğini bile Adam’s Pizza‘dan gelen pizzalarla yediğimiz oluyordu. Çeşitli 1+1 promosyonları kullanıp, hayvanlar gibi yiyip, artanları da acıkınca yiyerek ve hatta gerekirse takviye kuvvet çağırarak (reinforcements have arrived!) günü tamamlayabiliyorduk.

Yeter sayıda istediğimizde Kozyatağı’na da gelir düşüncesiyle arandık ve haklı çıktık. Her tür et çeşidini içeren, benim gibi etoburlar için vazgeçilmez pizza türü olan bir büyük “all-meat” pizzayı Onur’la paylaştık; zavallı Gürer aradan bir dilim zar-zor yürütebildi.

Adamın Pizzası .:. 22 Ağustos 2010

Pizzaya çok bayılmadığımı, anca yılda bir-iki kere yediğimi söylemiş miydim? Evet, bayılmam. Bu bayılmayan halim. Bir de bayıldığım yiyecekleri düşünün şimdi… >8-)

Yimmek | 1 Yorum »
 

Razaki zamanı

22 Ağustos 2010 Pazar, 08:25

Bugün meyva komasına girmeden önce markette hızlı bir “fix” ararken, gözüme koca koca ve uzun üzümler takıldı. Evet… Razaki’ler.

Hayırdır, erken gelmiş buralara daha da zamanı değil diye düşünerek fiyatını sordum. İstanbul şartlarında kabul edilebilir düzeylerdeydi. Hayretler içinde, sıcaklardan mı acaba düşünceleri ile torbaya doldururken bir taraftan tarihi düşündüm, eh, 22 Ağustos’tu, e tam zamanı aslında Ağustos sonları. Zaten bir-iki haftaya geri yok olur. Hayat ne çabuk akıp geçiyor (iyice yaşlıya bağladım), farketmemişim bile…

Şu anda iri mi iri, etli mi etli, sulu mu sulu yılın o sadece bu zamanında kısa süre çıkan üzümlerini hüpletmekteyim.

Yimmek | Yorum Yok »