Öyle bir seyir defteri…

Esnafım, güzel esnafım

09 Ekim 2005 Pazar, 11:08

Dün Kadıköy’de elimde bir adet taharet musluğu ile gördüğüm ilk ilgili gibi gözüken yere girip sordum : “Buraya girecek somunu açan bir anahtar var mı sizde?”. Banyo malzemesi satan ve doğal olarak böyle bir anahtar satmayan amca bana “sana 18-19 anahtarı lazım” diyerek, beni hemen bir-iki sokak ötedeki başka bir dükkana yönlendirdi.

Gittim, gitmesine ama yanındaki başka bir adamla ilgilendiği için kafasını şöyle bir kaldıran sayın canlı, “bizde yok bir de şuradaki Ares’e sorun” dedi. “Sanırım onlar size gönderdiler” dedim ama pek kaale almadı. Ben de emin olmak için gerisin geriye dönüp uzaktan dükkanın ismine baktım, evet gerçekten beni yollayan yerin adı Ares’miş. Sevgi saygılarımı sunup başka sokaklarda aramaya devam edecekken Ares’te bana diğerini tarif eden amca durumu farkedip seslendi. Gönderdiği dükkan sahibine “biz ona müşteri yolluyoruz…” diye söylenerek içeri gitti. Çekmecelerden aranıp önce bir somun buldu, sonra da bir anahtar çıkardı, elimdeki musluğa somonu takıp anahtarla açtı. Şimdi bana 5 milyon (evet, biz normal insanlar hala ytl’ce konuşmuyoruz) veriyorsun dedi. Kafamdan “hmm, ikinci el mi alıyoruz” düşüncesi geçerken “anahtarı geri getirdiğinde” sözcükleri ağzından dökülmesiyle de “kiralıyor muyum yani, hadi bakalım, nası yani, pahalı bişi herhalde, e iyi zaten geçici lazımdı” düşünceleri uçuştu. Adamsa cümlesini “5 milyonunu geri alırsın” diye bitirdi. Ben ufak çapta bir şaşkınlık yaşadım.

Adam aslında anahtara sadece bir seferlik ihtiyacım olacağını farkedip, insanca bir iş yaparak kendi anahtarını ödünç veriyordu. Üstelik İstanbul gibi kim kime dum duma bir şehirde karşısındakini rahatsız etmeden kendini “koruma” altına alarak bunu başarıyordu. Adamı öpesim geldi ama oldukça uygunsuz kaçacağından yapmadım, gülümseyerek keyifli biçimde kabul ettim.

Kredi kartına 15 taksit yapmakla nakit almanın bir farkı olduğu, karşınızdakinin de insan olduğunu hatırladığınız, modernleşmek adına mekanikleşmemiş esnafları özlüyorum. Kadıköy’de biraz aranınca onlara rastlamanın hiç de zor olmadığını farkettim.

Memat | 2 Yorum »
 

Vur Patlasın Çal Oynasın Otobüsleri

09 Ekim 2005 Pazar, 02:21

Şehirlerarası yolculuklarda genellikle gece geç saatte otobüse binip, geceyi yolda uyuyarak geçirmeyi tercih ediyorum. Hem yol hızlıca geçiyor, hem de gündüzü heba etmemiş oluyorum.

Otobüsler artık malum pek lüksleşti. Boss, Ulusoy, Varan gibi hazzetmediğim ve uzak durduğum müzmin “klas”lardan bahsetmiyorum. Nilüfer, Kamil Koç gibi kalbur üstü otobüs firmaları da yan hizmetlerle çıta yükselttiler.

Benim gibi yolculuğu uyumak için kullananlar için ise bu “yan hizmetler” işkence haline dönüşebiliyor. Mesela gece 2’de kalkan İstanbul-Ankara otobüsüne biniyorsunuz, başlıyor amcalar turlara. “Nerede ineceksiniz” bir seri, “Kolonya”, “Su”, “Yastık/kulaklık”, “Yiyecek/içecek” derken bunları sırayla baştan sona tüm koltuklara uygulaması neredeyse 1 saati buluyor. Yahu sabaha karşı 2’de binmişim otobüse, gözümden uyku akıyor – ne yemesi içmesi. Ben öyle diyorum demesine de, memleketim insanı “bedava buldum” ya da “parasını verdim” yaklaşımıyla yararlanıyor da bu çalışmalardan. Hadi benim yaptığım gibi ilgilenmiyorum kardeşim deyip hiçbiri ile ilgilenmesen bile otobüste noel ağacı kibin tüm ışıklar yanıyor ve arkadaki gece rahat tıkınsın diye koltuğunu yatıramıyorsun, muavinin geçerken çarpabilitesi (koridor tercih eden cins bir insanım) de cabası. Böyle geçen yaklaşık bir saatin sonunda ışıklar sönüyor, hadi dolu mideye uyursunuz artık şeklinde.

Dün akşamüstü 6’da (18:00 olan) otobüse bindiğimde ise korktuğum başıma geldi. Gece uyuyamayan ve gece vakitlice orada olayım da uyuyayım şeklinde yaklaşan insanlar koltukları doldurmuştu. Gırgır, geyik, vs. Ön hazırlıklı bendeniz ise bir önceki gece az uyuyarak otobüste uyuyabilitemi arttırmaya çalışmıştım. Azimle uyumaya çalıştım. İlk bir-iki saat başarılı da oldum. Ama otobüste hareket bir türlü bitmedi ki. Hadi seslerine kulakları tıkamayı başarsan, kıpır kıpır bedenleri ile aman vermiyorlar (kıpraşma caneş). Sonra bir süre daha uyumaya kastırdıktan sonra neredeyse tamamen uyandığımda (İstanbul’a 1-2 saat yol kala) üstün otobüs personeli “uyku saati” olduğuna karar verip ışıkları söndürdü. Ben de yarı uyuklar yarı canı sıkılır halde yoluma devam ettim.

Tabii tüm bu uyku kasmasının altında, benim otobüste giderken okumasal bir etkinlikte bulunamamam yatıyor. Direk midem bulanmaya ve başım sallanmaya başlıyor. Metroda fazla sarsıntı olmadığından problem olmuyor ama otobüs, minibüs gibi araçlar — ı-ıh.

Gündüz yolculuklarından kaçınıp bu “arıza”dan etkilenmiyordum ama artık yeni düzenle beraber gece yolculuklarının bir saati de tehlikeye girdiğinden dolayı benim artık otobüste kitap okuma tekniğini (binlerce kez tekrar ederek) geliştirmem gerekiyor.

Memat | Yorum Yok »
 

Mantar sote

08 Ekim 2005 Cumartesi, 22:22

Sonunda damak tadıma uygun bir halini yakaladım. Daha önce yaptıklarım ya çok pişmiş ya çok kuru ya çok simsiyah ya da gözünün üstünde kaşı oluyordu.

En önemli parça olan mantar için “Hürrem Sultan” mantarından (Truman Şov vari biçimde elinde mantar paketi ile gülümseyen bir tip hayal edin) şaşmıyorum. Oldukça başarılı kendileri. Gima’dan edinilebiliyor.

400 g mantarı yıkadıktan sonra limonlu (tuzlu) suda yumuşayıncaya kadar yarı haşladım ve sonra suyunu süzdüm. Limon mantarın renginin kararmasını da engelliyor (Ekin‘e ipucu için teşekkürler).

Tavada kırmızı toz acı biberi az miktar (ölçmek için hayatta kaşık kirletemem — göz kararı) zeytinyağında kızdırdım. Bir orta boy soğanı halka şeklinde, üç diş sarımsağı da küçük parçalar halinde (ama ezilmiş değil) doğrayıp zeytinyağı ile kavurdum. Çekirdeklerini çıkararak iki kırmızı (dolmalık) ve iki yeşil biberi biraz kalın halkalar şeklinde doğradım ve tavaya kattım. Yarı pişmiş mantarları da boyuna çok ince olmayan birkaç dilim olarak kesip diğer arkadaşlarının yanına ekledim. Bir tane domatesi yine büyük parçalar halinde doğrayıp tavaya ekledim. Karabiber kaçınılmaz bir baharat ve bir miktar tuz. Sonra orta ateşte (kapağını kapatıp) arada bir karıştırarak pişirdim. Mantar dışındakiler orta karar pişince (canları çıkmadan) ateşten aldım.

Sonunda elde ettiğim lezzete baktığımda, işin sırrı (olinde, iki kere rafine) malzemeleri robottan geçirmemek / fazla küçük doğramamakta ve sebzeleri çok pişirmemekte. Böyle yapınca yemeğin içinde malzemelerin hepsini tane tane ağzınızda hissediyorsunuz. NKA, pişen bir yemekte soğan, sarımsak, biber gibi parçaları olabildiğince görünmez yapıp — çok pişirip ana yemeğin ön plana çıkmasına dikkat ederim. Ancak mantar sote durumunda tersi benim için daha başarılı oldu.

Kimbilir… farklı lezzetler arayışı belki sebzeleri daha az pişmiş yememe götürür, Montignac da daha mutlu olur.

Yimmek | 7 Yorum »
 

Yüksek verimli minibüs

07 Ekim 2005 Cuma, 23:49

Ekin ile beraber araç eksikliğinden, Sincan Organize Sanayi dönüşünde Sincan’dan minibüse binerek Ostim’e döndük.

Döndük, dönmesine de; senelerdir böylesini yaşamamıştım. NKA araçla 15 dakika civarı süren Ostim-Sincan arasını minibüsle 45 dakikada aldık. Trafik mi yoğundu? Yoo. Minibüs ağır gidip yolcu mu toplamaya çalıştı? Eh, işte. Aşağıdaki grafik (biz ona G1 diyelim) aslında her şeyi bütün açıklığı ile ortaya koyuyor.

Şekil G1’de gözüktüğü üzere, minibüs mümkün olan en doğrusal olmayan rotayı izleyerek bu başarıya imza attı.

İzmir’den beri böylesini yaşamamıştım. Seneler önce Karşıyaka’da oturup, Bornova’da okurken benzer bir olay söz konusu idi. “Altın Yol”dan (inşaa eden kişiye Leto diyelim) gittiğiniz zaman 15 dakikada gittiğiniz yolu; otobüslerin %95’i ile gittiğiniz zaman 45-60 dakika arasında alıyordunuz. Dümdüz gidebilecekken alakasız yerlere sapan nesne, Bornova-Karşıyaka semtleri arasında ulaşımı sağlayan bir otobüs değil de; Bornova ile Karşıyaka arasında kalan tüm bölgeyi dolaşan bir tur otobüsü halini alıyor ve günlük hayatı çekilmez hale getiriyordu.

Uzun lafın kısası, Sincan-Ostim arasını her gün minibüsle gelip/gidenlerin kendi akıl sağlıklarını koruyabilmeleri için kesinlikle benim gibi zaman takıntılı olmamaları ya da öyle bir takıntıları varsa ondan tez zamanda arınmaları gerekiyor.

Memat | Yorum Yok »
 

Geliyor geliyor rootfs geliyor…

06 Ekim 2005 Perşembe, 12:48

45K (eh biraz da bize yaşam alanı bırakmak gerek) ile abandım (taa-buu) hatta, 2-2.5 saate burada kendileri. Ne güzel öyle minicik, küçücük.

Gezegen | Yorum Yok »
 

GNU Bayonne

06 Ekim 2005 Perşembe, 10:29

Bazı özgür yazılım projeleri çok fazla ilgi çeker, bir nevi yıldızlaşır. Bayonne senelerdir ortalıkta olmasına ve alanında tek olmasına rağmen fazlaca bilinmiyor. Zamanında özel donanım gerektiriyor olması ve hemen standart bir kişisel bilgisayarda denenememesi önemli bir faktördü diye düşünüyorum.

Gel zaman git zaman Bayonne’a bir şekilde denk gelir, “yav şunu kurcalasam ne kadar güzel olur, bir de telefon santrali olur el altında” derim; daha sonra upuzuun bir yapılacak işler listesinin arka sıralarına atarım. O sıralamayı değişterecek, Bayonne’u kullanmam gerekecek bir proje çıksa diye de bazen düşünmüyor değilim (rahatsız bir insanım).

Tabii Bayonne durduk yerde yırtık bir yerden fırlamadı, Newsforge’da Bayonne’un geliştiricisi David Sugar (sugar, sugar, you couldn’t come come) ile yapılan bir röportajı okudum da oldu. Sonuç değişmedi tabii.

Gezegen | Yorum Yok »
 

Churcillgiller

05 Ekim 2005 Çarşamba, 18:53

Bugün Churchills isimli bir İsrail grubu ile tanıştım (merhaba – merhaba). İlk single’ları “Too Much in Love to Hear”ı çok beğendim. Kendileriyle aynı adı taşıyan ilk albümlerinde tanıdık ortadoğu ezgilerine de denk geldim.

Amcalar 3 albüm yayınlamışlar, 3’ünü de farklı isimlerle. Churchills’den sonra Jericho, daha sonra da Jericho Jones olmuş isimleri. Diğer iki albümü kısa zamanda dinleyeceğim.

Musiki | Yorum Yok »
 

Cici zuzaylılar

03 Ekim 2005 Pazartesi, 13:17

İzlediğim bilimkurgu dizilerinden, (henüz) az izleyebildiğim ama beğendiğim birkaç karakter derledim :

Ro Laren : Bajor gezegeninden Ro, asi ve emir dinlemez Starfleet subayı rolüyle Star Trek NG dizisinin 9 bölümünde misafir olarak yer aldı. Karakterin çok tutması üzerine yapımcılar, yeni çekmeyi planladıkları Star Trek Deep Space Nine dizisini onun etrafına kurmayı planladılar. Oynayan Michelle Forbes‘un uzun süreli bir dizide yer almak istememesi yüzünden planlar suya düştü. Teyzenin tipini mükemmel tamamlayan hafif çatlak sesine özellikle hasta olduğumu belirtmeliyim.

Ronon Dex : Stargate Atlantis dizisinin birkaç aylık çiçeği burnunda karakteri. Uzun boyu, rastalı saçları ve mimikleri ile daha ilk bölümünden beğendim. Yani bir dişi olmadan bir erkek karaktere bu kadar dibim düşebilirdi. Oynayan Jason Momoa‘nın daha önce Baywatch dizisinde oynayan bebek yüzlü bir oğlan olduğunu öğrenmek beni dumura uğrattı. Diziyi hazırlayanlar üzerinde sıkı çalışmışlar.

Vala : Bir frp karakteri olarak düşünürsek tam bir “rogue”. Dişiliğini kullanmayı pek seven, uzay korsanı/hırsızı. Stargate SG-1’ın 8. sezonunda tanıştığım Vala’nın 9. sezonun başında 5 bölümde oynamasına pek sevinmiştim. Oynayan Claudia Black‘in henüz daha izlemediğim Farscape dizisinin kadrosunda yer aldığını öğrenince daha da mutlu oldum. Daha bol bol izleyeceğim demektir.

Bir de Lexa Doig var ki, değinmeden geçemeyeceğim. Sempatik hareketleri ile ilk olarak Stargate SG-1’ın yeni sezonunda dikkatimi çekmişti. Sonra 4400’te rastladım, aslında Andromeda dizisinin kadrolu elemanı olduğunu öğrendim. İskoç/İrlandalı kırması teyze aynı zamanda Stargate dizisinde Daniel Jackson rolünü oynayan Michael Shanks’in karısı (çok secere bir insanım).

Film / TV | 2 Yorum »
 

Sylpheed’de Bogofilter ile spam keyfi

02 Ekim 2005 Pazar, 23:55

Sylpheed‘imi 2.1.x serisine geçirmemle beraber bir süredir kulak tıkadığım spam (istenmeyen e-posta) filtreleme işine de el atayım dedim.

SpamAssassin‘e ilk göz ağrım olmasına karşın, bir perl programı olması (evet, sevmiyorum, suç mu sanki) ve zilyon tane yanında hediyesi olarak perl modülü getirmesi nedeniyle hiç sıcak bakamıyorum.

Bogofilter‘ı uzun zamandır denemek istiyordum. C programı, eh, Perl’ü döveceği kesin ;-). Sistemimdeki kütüphaneler ona yetiyor. Yakın zamanda birçok kişinin övgüyle bahsettiğini duydum. Sylpheed’de de hazır ayarları vardı. Daha ne olsun…

Çağlar sağolsun onu üşengeçliğim nedeniyle ayaklı doküman niyetine kullanmama hiç sızlanmadan yardım etti. Kolayca Bogofilter’ı kendi alışkanlıklarıma göre eğittim. Eğitme işlemi benim için olmasa da sevgili notbuğum için biraz sancılı oldu (o çalıştı, ben yattım).

Artık bir listeden gelmediği için filtrelenmeyen ve gelen kutuma düşen her e-postaya direk spam muamelesi yapmaktan kurtulacağım gibi gözüküyor.

Spam filtresi kişiye özgü olunca ne kadar da leziz (ve meziz) oluyor. İnsanların hangi e-postaları istemediği, hangilerini okumak istediği o kadar değişken ki… Kullanıcıların tercih farklılıkları nedeniyle, merkezi spam çözümleri bana nafile geliyor.

Gezegen | 1 Yorum »
 

Gugul ve IMDB elele

02 Ekim 2005 Pazar, 03:16

Gecenin bir yarısı Kanal D’de bir filmi bilgisayar kurcalarken gözümün ucuyla seyrediyorum. Önce Kevin Spacey’i gördüm, ortada Helen Hunt dolaşıyordu, “i see dead people” oğlanı vardı — en son Jon Bon Jovi kapıyı yumruklamaya başlayınca ben “yav nooluyo, yok canım gözlüksüz yanlış görüyorum herhalde” diye Google‘a daldım. Oğlanın soyadını Oswald diye hatırlıyordum, hepsinin ismini yazdım. Neyse ki filmle ilgili içinde Oswald geçen bir site çıktı (oğlanın soyadı Osment’ti çünkü), filmin adını alıp IMDB‘ye girdim.

Pay It Forward“mış filmin adı. İlgimi çekti ama başlayalı da çok olmuş, tekrarına falan bir yerde denk gelirim umarım.

Film / TV | Yorum Yok »