Öyle bir seyir defteri…

Jethro Straits

07 Aralık 2005 Çarşamba, 10:42

Jethro Tull’ın Crest of a Knave albümünü dinlemeye başladığımda yaw ne kadar da Dire Straits’e benziyor demiştim. Hatta doğru albümü çalıyorum, Dire Straits diil bu di mi diye kontrol etmiştim. Sonra bu fikrimi zamanının HiTNeT‘in müzik alanında paylaştığımda ortalık bir miktar birbirine girmişti. Jethro Tull kafiri ilan edilerek yakılmama az kala doğruyu hala görememiştim :-)

Steel Monkey’i ve onun vokallerini dinleyip de bunu düşünmemiş olmak için… neyse :-). Bugün CD çalgaça taktım bu albümü, bir 15-20 dakika kadar anıları yad ettikten sonra albüm hakkında yazıları bakayım dedim ve Wikipedia’nın görüşlerine başvurdum. Aha işte, tek benzeten ben değilmişim, adamlar ansiklopediye bile yazmışlar. Onaylanmış olmanın dayanılmaz hafifliği içinde ekrana karşı birtakım hareketlerde bulundum (ayıp ayıp).

Keremcan‘cım Crest of a Knave CD’n hala bende, uzun yıllardır bende, sen askerdeyken de göz kulak olurum :-)

Memat | Yorum Yok »
 

Mumbarla tanışma

05 Aralık 2005 Pazartesi, 22:08

Haftasonu oldu bu iş. Yemeden kaçırdığım yıllara yandığım bir yemek daha yazdım çeteleye. Bağırsağın içine bulgur, soğan, et karışımından oluşan bir harç doldurularak yapılan bir çeşit dolma. Acısı da eksik değil tabii. Pek lezzetli, pek doyurucu.

Yimmek | 3 Yorum »
 

ICQ’dan ne kadar koptuğumun resmidir

05 Aralık 2005 Pazartesi, 13:52

Licq‘nun yeni sürümü çıkalı 1.5 ay olmuş, yeni farkediyorum.

Herkes jabber kullansın, e-posta kibin standart verilen bir servis olsun — başka bir türevi olmasın, hepimiz mutlu olalım.

Gezegen | Yorum Yok »
 

Stand blues

05 Aralık 2005 Pazartesi, 11:28

Dün Compex’teki LKD standına uğradım. Standda durmaya durmaya paslanmışım, sinirlerim de gevşemiş.

Cici yüzlü bir hanım kızımız sorgular renkli gözleri ile Pardus’un betasının kurulu olduğu notbuğa bakıyordu. Kablosuz fareyi hareket ettirerek “kendiniz de kullanabilirsiniz” dedim (fare kablosuz olunca notbuğun parçası olduğunu anlamayıp “Linux da faresiz kullanılıyor demek ki ama nasıl” bakışları fırlatabiliyorlar).

– Bilmiyorum hiç.
– Bilmeniz gerekmiyor, kolaydır kullanımı, buyrun kendiniz deneyin.
– Çok zor.
– Kullanım olarak ne farkı var ki, bakın fareyle tıklıyorsunuz, menüsü açılıyor, program seçiyorsunuz (göstererek).
– Ben ötekine alışmışım

diyerek uzaklaştı. Arkasından “Yaw şu notbuğu Microsoft standına koyup, ‘aha Windows’un yeni sürümü Vista bu’ desek bayılırlardı. Ne kadar da güzel olmuş, çok kolaylaştırmışlar, yapmışlar aabi diye dolaşırlardı.” diye söylenmeden duramadım.

Fuar ziyaretçilerinin sevimli ;;-) sorularına ancak 1.5-2 saat dayanabildim. Gökmen ve Arda ile konuşup toplanma için adama gereksinimleri olmadığına emin olunca arkama bakmadan fuar alanından kaçtım.

1999 yılındaki Cebit’te BSA’nın hemen yanındaki dernek standını hatırlıyorum da… (hani köşede kredi kartlı pepsi makinasının olduğu) BSA’dan geçen Linux ve özgür yazılım standına uğruyordu. Biz de gururla yeni çıkan ve grafik arayüzü ile çok kolay kurulan Corel Linux’tan satıyorduk insanlara. Elimizde ilk defa iyi-kötü bir broşür vardı. O kadar gün boyunca sabahtan akşama kadar şöyle göz ucuyla bakan insanların bile üzerine atlayıp Linux ve özgür yazılım anlatmaya çalışmıştım. Kesmeyince yoldan çevirdiklerim bile olmuştu. Nası bir enerjiydi inanamıyorum. Murat Koç artık benimle “yardımcı olabilir misin abi?” diye dalga geçiyordu.

Standlarda insanlara Linux ve özgür yazılım anlatırken ne de çok şey öğrendim. Belki birebir teknik bilgi öğrenmedim ama insanların gereksinimleri ve bam tellerini keşfederek kendimi o gereksinimlerin nasıl karşılanabileceği yönünde geliştirebildim.

Standda durmak e-posta listelerine benziyor bazı yönlerden. Daha az teknik / daha çok advocacy. Bir de tabii turn-based değil de gerçek zamanlı. Bir soruyu erteleme, mimiklerinizi gizleme, hiç yanıtlamama, Google’dan araştırma gibi olanaklarınız olmuyor.

Kısaca… Standdan ayrılırken arkadaşlara “sizin işiniz de zor abi” diyesim geldi.

Gezegen | Yorum Yok »
 

Pijama

04 Aralık 2005 Pazar, 04:19

Gecenin ilerleyen saatlerinde Bahariye alemlerine doğru aktık. Pijama isimli bir grubu canlı dinledik. Beklediğimden çok daha iyidi. Kendilerine has yorumları ile sonuna kadar keyifle dinlettiler kendilerini. Özellikle bateriste dibim düştü.

Musiki | Yorum Yok »
 

İki kere rafine

03 Aralık 2005 Cumartesi, 22:05

Dile kolay 5 yıldır aynı notbuğu kullanıyordum. Yıllar geldi geçti, bir türlü yeni bir notbuk edinmedim. Günlük işlerimi yapmak için bana yetmesinin yanı sıra yeni modellerde bir türlü istediğimi bulamıyordum. Her birinin bişileri istediğim gibi değildi. Tonla para verip istediğini alamama durumu vardı. Bekleyen derviş muradına ermiş, sonunda birkaç gün önce bir gazete ilanında [1] aradığıma çok yakın bir notbuk buldum.


(“Rafine” kod adlı yeni notbuğum özgürleşirken)

  • Hafif! Daha hafifleri var ama bu da 2.1 kg. 3-3.5 kg civarında oluyor genelde notbuklar.
  • Accupoint’i var. Hani şu klavyenin ortasındaki fare niyetine kullanılabilen nesne [2]. Dokunmatik farelere oldum olası alışamadım. Elimi klavyeden kaldırmadan kullanabildiğim o nesneyi pek seviyorum. Harici fare takma alternatifinden de hiç hazzetmiyorum. IBM dışında eli yüzü düzgün hiçbir markada bulamamıştım. Hiç ummadığım hoş bir sürprizdi.
  • Geniş ekran (widescreen) değil. Evet, geniş ekran sevmiyorum. Sinemada falan güzel de, bu bilgisayar kardeşim, kare kullanmayı seviyorum ben. Yenilerin çoğu artık geniş ekran.
  • 1400×1050 çözünürlüğe kadar çıkıyor. Kullanacağımdan değil, 1024×768’den fazlası beni bozar hala ama ileride lazım olduğunda kullanabileceğimi bilmek hoş.
  • Sabit diski 5400 rpm. En bi yeni birçok makinaya bile 4200 rpm disk koyup beni tilt ediyorlardı. Tamam aletin pili daha uzun dayanıyor ama daha yavaş çalışmasına değmiyor yahu. Notbuklar diski yavaşlatmasa da zaten yeterince yavaş aletler. Gerçi boyutu diil işlevi önemli diyerek eski makinamdaki 5400 rpm diski aktarmaya hazırdım ama böylesi daha güzel oldu tabii :-)
  • Üzerinde com port’u var. Evet yani moda usb var nasıl olsa diye com port’ları notbuklara koymayan zındıklar var. Belki günlük kullanımımda com port’a ihtiyacım olmayacak ama alakasız cihazlar hala com port kullanıyorlar ve benim de onları kurcalamam gerekebiliyor.
  • Gerçekten düzgün bir Türkçe Q klavye. Nası yani demeyin, eski notbuğumda shift ile z tuşları arasında olması gereken uluslararası klavyelere özgü tuş (üzerinde <>|) olan tuş yoktu. Nilgün Belma Bugüner’in katkılarıyla altgr klavyesi [3] kullanıyordum o yüzden.
  • Linux’ta ndiswrapper’sız çalışan düzgün bir kablosuz ağ nesnesi (iw2200) var. Nadir olanı ndiswrapper kullanılması gerekenler ama onlardan birine denk gelip kablosuz ağa bir çeşit Windows emülasyonu ile bağlanmak istemezdim açıkçası.
  • Bir BIOS arayüzü var! Bir sürü BIOS’suz dizüstü yüzünden az mı ağladık… Eski notbuğumun BIOS’u ancak Windows’taki ayar programıyla ve Linux’taki muadili Toshutils ile değiştirilebiliyordu. Problemsiz de olmuyordu. Üstelik kendi test işletim sistemi / araçları ile geliyor (her ne kadar Pardus’un betasını kurcalarken uçurmuş da olsam). Windows’tan bağımsız bir disk bölümüne yerleşen bu şeker (kız kendi) sayesinde sistemin tüm parçalarının düzgün çalıştığını 1 saate yakın süren kendi testleri ile kontrol edebiliyorsunuz.
  • Çok gerekli olmayan ama hoş bazı ciciler : Gigabit ethernet, firewire, infrared (hiç kullanmadım, yeni oyuncak), kendinden mikrofon, svideo çıkışı. Paralel portu da yerinde (onu da sökebiliyorlar yenilerde).
  • Yeni notbuklarda bulunan teknolocilerden bluetooth ve sd/mmc kart okuyucusu yok ama zaten her ikisi ile de henüz haşır neşir olmadım. Bir usb bluetooth aleti her zaman takabilirim ileride gerekli olduğunda; sd/mmc kart okuyucu ise illa notbukta olması gereken bir alet değil, normal bir masaüstüne takılable bişi.
  • Tüm bunların üstüne ucuz! 839$’a aldım ki (hemi de 15 taksit) Datron’lar falan o civarlarda, o fiyata Dell bulmak hoş bir sürpriz oldu. Hatta aynı modelin bir seviye altını 799$’a bulabiliyorsunuz.

Daha ne ossun… İçine gömülü Windows’u olmasın :-(. Keşke olmasaydı. Bu kadar artıya boşvermek zorunda kaldım. İçim hep cız edecek bunun için savaşa devam etmeyi bir sonraki notbuğa ertelediğim için. Biz bunu yapmazsak kim yapacak?

Son söz… Mutluyum, gururluyum. İlk izlenim olarak sonunda istediğim gibi bir notbuk buldum.

[1] Gazetelere bilgisayar parçaları ile ilgili verilen ilanlar harbiden işe yarıyormuş, tabii tek sorun ilanı verenden değil başkasından almam oldu >8-). Cumartesi sabahın körüne saat kurup Yazıcıoğlu’nun o öldürücü Cumartesi kalabalığı ve karmaşası ile uğraşmadan hızlıca notbuğumu kaparak kaçtım. Nihohaha!
[2] Bazı kaynaklarda yapay klitoris/göğüs ucu olarak da geçiyor.
[3] Standart İngilizce Q klavye kullanırken Türkçe’ye özgü karakterleri de basmaya yarayan enfes ötesi klavye. Hangi harfin “mıncırılmış”ını istiyorsanız ona altgr tuşu ile basıyorsunuz. altgr+i=ı , altgr+o=ö, altgr+g=ğ , altgr+u=ü , altgr+c=ç . Böylece İngilizce Q kullanmak zorunda olduğunuz (ya da tercih ettiğiniz) bir durumda bile Türkçe yazabilirsiniz.

Gezegen | 1 Yorum »
 

Cehennem dondu, Doruk uçuyor

03 Aralık 2005 Cumartesi, 10:18

Yeni notbuk aldım. Valla :-). Dell D600.

Gezegen | 4 Yorum »
 

House

01 Aralık 2005 Perşembe, 22:05

0Tam bana göre bir doktor dizisi. Geçen sene başlamış yayınlanmaya. House isimli zat; sosyal ilişkilerden kaçınan, çok bilen, bilmeyenleri eze eze mee-leten bir doktor. Oynayan Hugh Laurie de, senaristler de hakkını sonuna kadar veriyor. Diğer karakterler de çok iş yok ama tek başına götürüyor bence diziyi. Her bölümde alışılmadık yöntemlerle çok zor bir hastayı tedavi ediyor. Yer yer bana Chicago Hope‘un ilk yıllarındaki çok sevdiğim Jeffrey Geiger karakterini ve onu canlandıran Mandy Patinkin‘in hatırlatıyor. Değmeyin keyfime…

Film / TV | Yorum Yok »
 

Kıskançlık

30 Kasım 2005 Çarşamba, 22:12

Eyes Wide Shut‘ı yeni bir Kubrick filmi diye hevesle seyrettiğimden beri yıllar geçmiş. Bugün televizyonda rastlayınca göz ucuyla bakayım dedim. Affetmedi beni ve sardı film — rasyonalize edilmesi en zor duygulardan biri olan kıskançlığı (tekrar) irdeletti bana. Filmde kıskançlıkla pek barışık bir adamı kıskançlığın bir gecede nasıl pençesine alarak hayatını allak bullak ettiğini izliyorum. Ağır temposuna rağmen High Fidelity ve Chasing Amy ile beraber kadın/erkek ilişkilerinin en damar filmleri listeme rahatlıkla girebilir.

Film / TV, Memat | Yorum Yok »
 

Jenerik müzikleri

30 Kasım 2005 Çarşamba, 19:27

Radyo dinlerken jenerik/reklam adı altında müzik katliamına ne kadar da sinir oluyorum. Çalmaya başlıyor, heyecanlanıyorsun “aa hedeyi çalıyorlar” diye; birkaç saniye sonra parça kesiliyor ve ya başka bir parçaya geçiyor ya da bir anons geliyor arkasından. Tekrar tekrar yayınlanan bu jenerik/reklamlar parçanın o birkaç saniyelik hali ile ezberlememize yol açıyor. Parçanın geri kalanı bize bir anlam bile ifade etmiyor. Sevdiğimiz ya da sevmediğimiz bir program ya da reklam olmasına göre müziği duymamızla beraber “pff yine hödö reklamı geliyor” diyerek bıkkın bir ruh haline dönüşüyoruz.

O müziği hazırlayan insanlara ve o müziğe yazık diil mi? Jeff Wayne 32. Gün haber programının müziği olsun diye yazmamış ki onu, War of the Worlds’ün müzikal yorumunun bir parçasının ilk saniyeleri olarak yazmış. Alan Parsons Project‘in birçok parçası, Chuck Mangione‘un Children of Sanchez‘i, Vangelis‘in 1492‘si ve daha niceleri…

Böyle saydırdıktan sonra dön de kendi kabak arkana bak eylemini gerçekleştirmeden duramıyorum. Üniversite yıllarımda üniversite radyosunda program yaparken jenerik olarak kullandığım Joe Satriani‘nin Crushing Day‘i ve Deep Purple‘ın Son of Alerik’ini hatırlayıp pişman oluyorum. Hatta daha sonra Çırak Keyfi‘nin amatör çekimlerinden derlenen film için önerdiklerimi hatırlayıp iyice bir fena oluyorum. Ben en iyisi çekileyim…

Musiki | Yorum Yok »