04 Ocak 2006 Çarşamba, 09:59
————————————————————————————
19 Mart 1998 Perşembe
Bugün Oğuz Atay’ın “Bir Bilim Adamının Romanı” nı bitirdim. Uzun zaman olmuştu kalemi kağıdı elime almayalı. Kitabın sonuna doğru geldikçe, ben de yazmalıyım diye düşünmeye başladım. Kafamda ne çok şeyin değiştiğini ve şekillendiğini düşünmeye başladım. Öte yandan Rush’ın “The more things change, the more they stay the same” sözü aklıma geliyor.
Metroda gide gele kitap bitmişti. Hiç evde oturup okumamıştım. Vaktim yoktu, ama yaratılabilirdi. Belki de Mustafa İnan’la bir günün başlangıcında ve bitişinde karşılaşmak hoşuma gidiyordu. Bilmiyorum. Ama beni çok
…
…
…
Kitabın sonu geldikçe sabırsızlanıyordum. Bitse de evime gitsem ve işe koyulsam diye. Metro Batıkent’e varmıştı ama ben bitirmek istiyordum kitabı. Bir banka oturup okumaya devam ettim. Üstelik walkman’imin pili de bitmişti (sanki çok önemliydi!) ve soğuktu tahmin ettiğimin aksine. Şu satırları yazarken bile çok heyecanlı ve sabırsızım. Aman düşünceler kafamdan uçmadan yazıya dökebileyim diye. Teksir kağıdına da olsa yazmaya başlamıştım ya, önemli olan buydu. Hep başlayamadığımdan bitirememiş değil miydim? Hayır aslında birkaç kere yazmaya başlamıştım. Ama kendimce aptal ve katı kurallar koyduğumdan yazmayı bırakmıştım sıkılıp. Ne kadar da hamım. Kolum şimdiden
…
…
…
Kitabı bitirdikten sonra aceleyle eve varmaya çalışıyordum. Kafamda yazmaya başlamıştım bile. Ama olmaz ki, nasıl yazıya dökeceğim bunları, biraz sabretsene. Olmaz, durmam. Zar zor eve vardığımda hızla kendimi yukarı atıyordum. Ama önce kombiyi açmaya bodruma ineyim. İnerken düşünüyordum basketbol oynasam mı bilgisayarda diye? Hadi len! Gene kaçacaksın değil mi? Ama, ama, hayır. Ben oynamaktan zevk alıyorum, mutlu oluyorum, mutlu olmaya ihtiyacım var. Peki 1.5 saatinin bir maça gitmesine değiyor mu? Şimdi yazmaya başlayamazsan ne zaman başlayacaksın? Ne zaman misyonuna kaldığın yerden devam edeceksin? Kimse hayatın sana kötü davranmasını dinlemez. Ağlaşarak mı kendini avutacaksın?
Bu arada Gölge geldi. Camda miyavlıyor. İçeri aldım, hemen kucağıma çıktı. Son 2 yılımı paylaştığım dişi. Beni epey özlemiş galiba. Yazı yazmamı bile istemiyor. Yoksa kırmızı kalemle mi ilgileniyor? Yoo, ağzıma doğru hareketleniyor sürekli. Üç Ayak’tan fırsat bulamadık tabii günlerdir. Belki de iyi oluyor, yok yok iyi oluyor, sonra bana çok tabi oluyorsun. Güzelim benim, ben de seni özlemişim. Ağzın tavuk kokuyor. Dışarıdaki kemiklerden yedin herhalde. Eh, napalm Üç Ayak bey taşıyor tavukları her tarafa, böyle ev mi olur? Her tarafa tüylerin düşmeye başladı. Kağıt toptan tüy oldu :-). Tüy dökme mevsimi tabii. Hop kucaktan aşağı, kalorifer sefasına.
Kitabın sonuna yaklaştıkça, yazı fikirleri kafamda şekilleniyordu metroda. Bu arada dönüp düşününce, amma da çok atlayarak yazıyorum. Bir yerden bir yere atlıyorum kafamda, bunu yazmıyorum üstelik. Okuyan nereden bilecek? Ben nereden bileceğim bir daha okuduğumda böyle kötü bir hafıza ile? Zaten onun için yazmıyor muyum? Belli şeyler kaybolmasın ben unutunca diye. Paragrafın başındaki cümlenin sonuna, son anda farkedip “metroda” kelimesini eklemesem kim ne anlayacak? Off. Yazma konusunda epey yolum var galiba. Ama bu sefer yılmak yok.
…
…
…
daraltmıyorum kendimi. Aklımdakileri, düşündüklerimi, onları kaybetmek istemediğimde kağıda dökeceğim. O zaman bilgisayarda yazmak daha akıllıca değil miydi? Hem işyerinde de yazabilirdim. Hem kaybetme, yıpratma korkum olmazdı, birçok kopyasını çıkarırdım. Ama uzun zamandır kaçmaya, uzaklaşmaya çalıştığım o değil mi? Yani bilgisayar. Bir de onun eline bunun gibi büyük bir koz daha mı vereceğim?
Şu kola’yı da bırakamadık gitti. Hem cüzdanımı anormal sömürüyor, hem de beni. Bağımlısıyım resmen ama kurtulmak ister gibi bir halim yok. Aslında var da, istemiyorum koy yan cebime gibi bir şey. Tamam alternatifler
…
…
…
…
—————————————————————————–
Memat | Yorum Yok »