Öyle bir seyir defteri…

Slackpkg’den başarılı çalışmalar

05 Temmuz 2006 Çarşamba, 13:38

Birkaç gün önce yeni kurduğum bir makinada Slackpkg‘nin 2.x serisini kullandım. Güncellenecek paketlerin seçilebildiği yeni diyalog kutuları başarılı bir çalışma olmuş. Slackware‘in kurulum programı ile aynı “look and feel”ı kullanması güzel bişi.

Tabii en güzeli, kullanıcıyı yeni kullanıma zorlamıyor olması. Ayarlardan yenilikleri kapatıp eski hali ile kullanmaya devam edebiliyorsunuz.

Gezegen | Yorum Yok »
 

Sokağa çıkmak için kapıyı açtık ve …

30 Haziran 2006 Cuma, 17:18

Memat | 2 Yorum »
 

Nar ekşisi ihaneti

30 Haziran 2006 Cuma, 13:00

Marketlerde satılan nar ekşisi yerini artık “nar ekşili sos”a bırakmaya başladı. Eskiden sadece narın ekşisini içeren şişelere glikoz şurubu ve bilumum başka katkı maddeleri koymaya başladılar. Daha ucuza çıkıyor herhalde. Sosunu isteyen mi oldu, nar ekşisinin kendisini istiyorum bean!

Dün son kalan kale Bağdat‘ın da şişelerinde “hakiki nar ekşisi” yerine “nar ekşili sos” yazmaya başladığını görünce hayal kırıklığı yaşadım. Artık fabrikasyon nar ekşilerinden tamamen uzak durmak gerekecek gibi.

Yimmek | 4 Yorum »
 

Oy vişneler vişneler

29 Haziran 2006 Perşembe, 14:39


(Zülfü Livaneli’nin Uzun Boylu Cüceler şarkısı tadında söylenecek)

Memat | 1 Yorum »
 

Mr Monk goes to zzz

27 Haziran 2006 Salı, 23:03

Yeni dizi eğlencem : Monk. Cinayet romanlarına has bir tat bırakıyor damağımda. Tıpkı Hercule Poirot, Sherlock Holmes, Nero Wolfe gibi. Klasik elemanların hepsini içeriyor : Olağanüstü bir dedektif, dedektifin eli ayağı yardımcısı, polis tarafında muhattap bir komiser ve komiserin yardımcısı. Kesin bir kitap serisinden dizisini çekmişler diye düşündüm, arandım ama ı-ıh. Kitaplarını dizinin arkasından yazıyorlar gözüküyorlar. Fantastik kurgu kitaplarını bir kenara bırakıp tekrar cinayet romanlarına sarasım geldi.

Monk’ın üstün dedektiflik yetenekleri obsesif kompulsif olmasından geliyor. En ince detayları, en ufak (sinir bozucu) düzensizlikleri yakalıyor; en acayip ilişkileri kuruyor. Yardımcısı kontrolden çıkmaması için onunla ilgilenen özel hemşiresi. Bir polis komiseri var ki, bu kadar tipine oturabilir. Dizide Monk’ın psikiyatrik bozukluğunun hayatını nasıl etkilediğini de sık sık görüyoruz.

İlginç bir not… Wikipedia’da okuduğumu doğru anladıysam, ilk başta Seinfeld’de Kramer‘ı oynayan Michael Richards oynayacakmış rolü. Metni okuyunca vazgeçmiş. Hani şu anda oynayan Tony Shalhoub da iyi oynuyor ama Michael Richards’ı böyle bir rolde seyretmek hoş olurdu. Belki “Seinfeld laneti” de kalkardı…

Film / TV, Kitap | 1 Yorum »
 

Tırnak yememenin en kötü tarafı

27 Haziran 2006 Salı, 02:16

Tırnak kesmek zorunda olmak :). Özellikle bir sağlak olarak sağ elimin tırnaklarını sol elimle kesmek. Tırnak yerken öyle bir sorunum yoktu, her iki elimin tırnaklarını da aynı verimlilikle yiyebiliyordum.

Memat | Yorum Yok »
 

Özlem – 81

23 Haziran 2006 Cuma, 20:01

81.

Özlem, dışarıda bırakılmışlık ile uzaklaştırılmışlık duygularını içerir : özleyen, özleneni ister ve beklerken, istenmediği ve gelinmeyeceği duygusunu duyar — özlenen, başka bir yerde, onsuz, olmaktadır…

Güneş batmıştır — karanlık çökmektedir…

Özleyen de, özlenen de, dışarıda ve uzakta
dır
lar…

Oruç Aruoba (Uzak, 1995)

Memat | Yorum Yok »
 

Uzak

23 Haziran 2006 Cuma, 14:37

Oruç Aruoba
19 Haziran 1995
————————

Kişinin yaşamı, uzaklıklar ile yakınlıklar arasında yürür : kişi, ne yaparsa yapsın, hep, ya, birşeylere -birilerine- yaklaşıyor, ya da birşeylerden -birilerinden- uzaklaşıyordur — hiçbir zaman, bir yerde -birileri ile birlikte- duruyor değil : hep yürüyor…

Bu bilinç, zor. Canlı tutması, zor : nelerden -kimlerden- uzaklaştığını -uzaklaşmakta olduğunu- düşününce, kişi neleri -ne çok kişiyi- yitirdiğini anlar — gittikçe, daha fazla… Ama, o, şimdi uzaklaşmakta olduklarına birzamanlar ne denli yakın olduğunu düşününce de, neleri -ne çok kişiyi- kazandığını anlar.

Garip bir dengedir bu: Yaşadığı yakınlıklar ve uzaklıklar -yakınlaşmalar, uzaklaşmalar-, kişinin yaşamında karşı karşıya gelerek, hem bir yoğun çelişmeler yumağı, hem de bir uzun uyumlar dizisi oluşturur:

Yakınlaşmaları, çünkü, önceleri uzak olmuş; uzaklaşmışları da, önceleri yakın olmuştur — her bir yakını için bir uzak; her bir uzağı için de bir yakın…

Bu denge, kişinin, temelinden anlaşılmaz bir dengesizlik olan yaşamını bir bütün olarak kavramasını da sağlar; anlamış olduğunu sandığı hiçbirşeyi, aslında, kavramamış olduğunu anlamasını da…

Yaşam, belki, kavranınca uzak; anlaşılınca, yakındır — ya da, tersi…

* * *

Yaşamı, kişinin, eylemlerinden oluşur — bunların da, kişiye şu ya da bu ölçüde uzak olan; şu ya da bu ölçüde de yakın olanları vardır.

Yaşamı, kişinin, ilişkilerinden oluşur — bunların da, kişiye şu ya da bu ölçüde yakın gelen; şu ya da bu ölçüde uzak kalanları vardır.

Yaşamı, demek ki, kişinin başka kişilerle ilişki içindeyken bulunduğu eylemlerden; böylece de, başka kişilere yakınlaşmaları ve başka kişilerden uzaklaşmalarından oluşur — bunların (henüz bitmemiş) toplamıdır.

* * *

Böylesine bitmemiş toplamlar; ya da toplanmış bitmemişlikler, nasıl, toparlanıp bitirilebilir; ya da bitirilip toparlanabilir — burada, bu, deneniyor…

Memat | 2 Yorum »
 

Geçmişi eşelerken – 11 Temmuz 1998 Cumartesi

18 Haziran 2006 Pazar, 18:17

11 Temmuz 1998 Cumartesi
——————————————–

Batıkent’te güneş yavaş yavaş batıyor. Tepenin üzerinde gök giderek kırmızılaşıyor. Pencereden içeri kırmızı ışık doluyor. Odayı Annie’nin güzel sesi dolduruyor. Tipik mükemmel bir resim gibi.

Mükemmel gibi? Mi? Eksik olan ne? Neden “gibi” demek zorunda hissediyorsun kendini? Neden mükemmel diyemiyorsun? Sevgi… sevgi eksik. Aşk eksik. Sevginin eksikliği aşkı unutturuyor değil mi? Aşk demeyeli ne kadar uzun zaman oldu. Emre gelince sana hatırlattı. Ama o kadar uzak gözüküyor ki.

Gölge gene kucağıma atladı. Emre’nin dediği gibi benim iyiliğimi istiyor galiba. Yazmamamı. Gerçekten iyiliğim bu mu? Bilmiyorum. Yazdıkça en azından düşündüklerimin bir kısmının kaybolmadığını düşünüyorum. Çok, çok küçük bir kısmının. Ama en azından hiç yoktan iyidir.

Batıkent’te güneş batımı ne kadar uzun sürüyor. Gökyüzünün değişmeye başlamasıyla tamamen bitişi arasında saatler geçiyor. Uzun süren bir orgazm gibi.

Dönüp dönüp dolaşıp aynı yere geliyoruz. Kafamdan keşke bunları paylaşacak özel biri olsaydı diye geçirdim. Herhangi biri değil, özel biri. Özel biri değil, gerçekten özel biri. Tek bir kişi. Paylaştıklarım olmuyor mu, oluyor. Ama bu gerçekten özel tek bir kişinin yerini tutmuyor. O uzaklarda, gerçekten uzakta. Ve ben ona yaklaşamıyorum.

Ne bekliyorum? Bilmem, herhangi biri. Gerçekten herhangi biri mi? Yoksa bakışlarını sadece beğendiğin insanları görecek kadar geliştirdin mi? Gelişme mi bu? Kimbilir…

Herhangi biri dedikten sonra pikabın üstündeki plağa baktım. Firefly isimli bir albüm, harika bir kapak. Gökkuşağı ile birleşen bir ateş böceği, altında dalgalı bir deniz. Mesela bu diye aklımdan geçirdim. İşte “herhangi biri“.

Memat | 1 Yorum »
 

Hani ay şrank dii miuziks

17 Haziran 2006 Cumartesi, 11:38

Kullanmadığı mp3 çalarını bana veren elektronik atık üreticisi İlkay sağolsun, yürür müzik dinler halime geri döndüm. 128 MB’lık şirin bir alet, yetenekli değil ama işini yapıyor :-)

Hızlanan makinalar ve büyüyen diskler sayesinde zamane mp3’leri 256-320 kbps gibi deli rakamlara ulaşmış durumda. İlk mp3 furyası başladığında 160’a “yuh” derken bugün 192 kbps bile az rastlanır hale geldi. Tabii bunun esas yan etkisi o müzikleri mp3 çalara koymaya kalkınca ortaya çıkıyor. 128 MB’a iki albümü yanyana sığdırmak bile sorun olabiliyor.

128-160 arası fark az anlaşılır tartışmalarını, Sururi‘nin yakın zamanda mp3’lerini 64 kbps’nin ötesini benim kulağım algılayamıyor sözlerini anımsadım. Elimde çok afilli olmayan bir mp3 çalar ve daha da afilli olmayan kulaklıklar olduğunu düşününce, içindeki mp3’ün kalitesi ile ilgili kaygının gerçekten anlamsız olduğuna karar verdim. Artık üşenmeyip elimdeki müzik dosyalarını dinleyecek oldukça sadece mp3 çalarda çalacak şekilde tekrar encode etmem farz.

Linux’ta bu işin komut satırından çalışan kralları hali hazırda sistemimde kurulu vardı tabii, ben onları kullanan basit bir grafik arayüz arandım. İki gün sonra bir başkasına gösterirken “yaw işte Linux’ta konsoldan oluyor her şey” klişesine takılmayalım istedim. Transkode‘u buldum (hayır, transcode diil); çok başarılı değil ama iş görüyor, bununla uğraşamıyorum konsoldan halletsem daha iyi demiyorsunuz. Mp3’ün yanı sıra mp3, ogg, flac, ape gibi güzide formatları da destekliyor.

Müzikleri 64 kbps mp3’lere çevirince mobil hayatımın pek güzelleştiğini söylemeliyim. Gerçekten yolda yürürken dinlediğim mp3 çalarımda fazla bir kalite farketmiyor, albüm boyu da ortalama 20-30 MB arası oldu. Dikkatli bir planlama ile artık 5 albüm sığdırabiliyorum.

Gezegen, Musiki | 2 Yorum »