18 Aralık 2006 Pazartesi, 23:59
Son bir ayda pek sevip tadını çıkardığım yeni cicilerim oldu :
Bot + spor ayakkabı : Efenim ben cins bir insanım (hadi ya :)). Yaz-kış spor ayakkabı giyerim. Çeşit çeşit ayakkabım olduğunu da düşünmeyin, genelde tek bir ayakkabım olur, onu öldürene kadar giyerim. Çok karda kışta zorunlu olarak bot giydiğim oluyor ama onu da yapmamak için kırk takla atıyorum.
Her zaman spor ayakkabı giyince “ciddi” olmam beklenen ortamlarda problem yaşamamak için, o spor ayakkabılarının kendini çok belli etmemesi gerekiyor. Yani “beeeeeen spooor ayaaakkaabııyıııım” diye bağırmaması, akıllı olması gerekiyor. Işıklı zımbırtılar, acayip çizgiler, rengarenk görüntüler beni açmıyor. Simsiyah olması, mümkünse logo neyin de olmaması gerekiyor. Olmazsa olmaz bir özelliği de yumuşak ve ağırlık hafifleten bir taban. Dizimde kıkırdak zedelenmesi olduğundan, fazla yüklenmemem gerekiyor ona, böyle bir taban da ağrılarımı inanılmaz azaltıyor.
Tabii günün modasına ya da yeni modellere göre diil de, böyle belirli isteklerle bir ayakkabı mağazasının kapısından girince “garson katili” -> “satış elemanı katili” dönüşümü yaşayabiliyorum. Ne istediğini bilen müşterinin daha makbul olmasını beklersiniz ama genelde öyle olmuyor. O nedenle ayakkabı alışverişi yapmasını da çok sevmiyorum. Bir aldığımı da sürekli giymem de ondan herhalde. Geçen kışı botsuz geçirdim örneğin, evet çorapları ıslattım birkaç kez ama idare ettim.
“Bir kış daha böyle geçmesin” kampanyası çerçevesinde, çok gecikmeden bu işi yapalım dedik (kaderde varsa, neye yarar üzülmek). Ülkealan Pasajı her zamanki gibi açık kollarıyla bizi karşıladı. İlk girdiğim mağazada şaşırtıcı biçimde istediğim gibi birçok model buldum. Spor ayakkabı firmalarının da bot yapmaya başladığını öğrendiğimde, sevinç gözyaşları dökülecekti az kaldı. Yumuşacık tabanlı, spor ayakkabı rahatlığına yakın bir bot edindim, yağmur indirirse derdinden uzak keyifli bir kış geçiriyorum. O kadar orgazmik bir durumdu ki, hızımı alamadım bir de simsiyah spor ayakkabı aldım. Dış görünüşü çok harika değil ama pek rahat, seviyoruz kendisini de.
Kulaklık : Ben ezelden beridir kablolu kulaklıklara çok para vermeyi sevmeyen biriyimdir. Hep mobilken kullanırım kendilerini, hareket halindeyken dinlediğimiz cep aygıtları zaten düşük kalite ses veriyor, kulaklığı kaliteli olsa ne olacak diye düşünürüm. Bundaki temel neden aslında kablolu kulaklıkları çok çabuk bozmam. Jak yerinden gitmese, her iki kulaktaki bağlantı yerlerinde çok geçmeden temassızlık oluşur. Ben de çok para verip “aaah niye bozuldu yine, o kadar da düzgün kullandım” diye ağlamaktansa kulağımı fiziksel olarak rahatsız etmeyen ucuz bir tanesini alır, bozuldukça yenisini alırım. Şekil tercihim de kulak içine takılanlardan olur. Kulağın içine girmeyen yuvarlak kulaklıkları aslında daha çok severim ama taşınabilirliği az olduğundan, sarsıntıdan daha kolay düşebildiklerinden kulak içi modellere talim ederim.
Bir ay kadar önce tüm bunlar değişti. Ekin‘de gördüğüm kulak arkası/enseden geçen katlanabilen bir kulaklığa vuruldum. Kulak içi olmamasına karşın katlanıp onların boyutuna gelebiliyor, taşıması çok rahat. Sapı kulak arkasından geçtiği için neredeyse hiç düşmüyor. Gözlükle de sorunsuz kullanılabiliyor, kulağı hiç rahatsız etmiyor. Beklemediğim bir artısı da ses kalitesinin yüksek olması oldu. O derece ki, kaliteli bir taşınabilir müzik çalar mı alsam diye bile düşündürdü… Yami.
Spor salonu / koşu bandı : Kilomu korumasına koruyorum da, insan vücudunun biraz şekle girmesini de istiyor. Hareket diyoruz, zindelik diyoruz. Geçen aylarda sonunda bitmeyen “yaw spor salonuna gitsek” deyişini hayata geçirip bir salona gittik. Hani işimizi falan görür gibiydi ama çok iç karartıcıydı yaw. Sonunda geçen ay yaşam alanımıza yakın Fair Sportline isimli küçük ama bakımlı bir salon keşfettik. Güler yüzlü insanlar, ferah bir ortam. Yeni çalışma programı ile koşabildiğimi öğrendim (hayatımda hiç yapmadığım bir şeydi). Yürümeyi çok severim ama yürüyüş bantlarını sevmem. Sokakta çıkar yürürüm, en azından açık hava diye düşünürüm. Yürüyüş bandı asıl koşu bandı olarak kullanıldığında pek verimli oluyormuş. Yolda koşmak zor, bilek burkması falan çok mümkün bizim yollarda. Valla salonu bıraktığımız zaman bir koşu bandı alalım diye ciddi ciddi düşünüyorum artık.
USB Kart Okuyucu : 10 YTL yaw! Bilgisayar dükkanından falan diil hem de, süpermarketten. n çeşit kart okuyabiliyor. Usb disk gibi bağlayıp kullanıyorum. Makinadan makinaya gezdirebiliyorum. O sadece tek çeşit kart okuyabilen gömülü kart okuyucularının varlığını da ne kadar anlamsız kılıyor. SD kart da okudum, Sony memory stick de. Sefam olsun.
Sanayi tipi portakal sıkacağı : (Taze) Sıkılmış portakal suyu son zamanların popüler içeceği. Sokaklarda, her yerlerde satıyorlar. Kollu sıkacakların yanı sıra hiç kol gücü gerektirmeyen makinaları bile çıktı. Ucuz ucuz içebiliyoruz artık. Tek sorun satıcıların fazla tembel olması sonucunda portakal sularının “taze” olmaması. Her dakika uğraşmamak için önden sıkıp sıkıp şişeliyorlar, gerçekten sıkılmış ama taze olmayan portakal sularını veriyorlar.
Bundan sıkılan, benim canım her daim taze sıkılmış portakal suyu içmek istiyor kahramanımız (ben oluyorum o), ne var onların ki kol da benimki patlıcan mı diyerek kollu portakal sıkacağı edinmişti iki sene önce. Ama meret bir türlü istediğim güzellikte sıkmadı. Kısa zamanda elimde kaldı. Şimdilerde marketlerde daha da uydurukları satılıyor. Kaç zamandır “yaw bu portakal suyu satanlar nereden alıyorlarsa, biz de oradan alalım” diye dolaşıp duruyordum. Hatta bir ara niyeti bozup otomatik makinalarına bile baktık ama en küçüklerinin bile 3000 avrodan başlayan fiyatlarını görünce oturduk aşağı.
Bir gün Kızılay’da koşturarak metroya yetişmeye çalışırken bir dükkanın nispeten dışında, epsilon komşuluğunda kimsenin olmadığı ağzıma layık bir portakal sıkacağı gördüm. Ani bir fren yapıp geriye taktım, portakal sıkacağının markasını arandım. Telefon da vardı, cep telefonuma kaydettim. Sakarya’dalarmış, fabrikayı arayıp Ankara’da nereden alabileceğimi öğrendim. Sonra ver elini Çıkrıkçılar Yokuşu… Firmanın “bunlar bizim ürünümüzü satar” diye ismini verdikleri mağaza, “valla bu onlarınkinden iyi, bakın biz kendimiz döküyoruz bunu, onun tepesi plastik bizim tepesi de döküm, üstelik daha ucuz” diye hain evlatlık yapmaları acıklı oldu tabii. Bir-iki yere daha sorup o markayı bulamayınca, pes edip hain evlat portakal sıkacağından aldık (oem). Alırken “bak iki dakikada paralanmaz di mi, evde kullanmayacağız bak, kafemiz var, orada sürekli kullanacaklar”, “tabii abi zaten bu eve fazla gelir zaten” diyalogları görülmeye değerdi.
Yeni portakal sıkacağım ile cicim ayları yaşıyoruz. Portakalların kökünü kurutuyor desem yalan olmayacak. Tam benim istediğim gibi. Fazla efor da harcamam gerekmiyor. Düşündüğüm gibi uzun ömürlü de olursa, değmeyin keyfime…
Yastık kılıfları : İkea‘dan edindiğimiz, ambalajındayken vakumlanmış ultra-taşınabilir, açılınca 72×72 olan yastıklarımıza kaç zamandır fermuarlı kılıf yaptıracağız, istediğimiz gibi kumaş bulamadığımızdan havamızı alıyorduk. İnsanlar çok çiçekli böcekli, dantelli, süslü kumaşları sevdiklerinden etrafta da sürekli onlardan var. Satıcılar üzerimize atladığında, istediğimizi anlattığımızda uzaydan gelmişiz gibi bakıp dururlar. Zaten sedir kılıfları için kumaşları da zor bulmuştuk. Şöyle sade ve güzel bişiler bulmak ne kadar zor…
Portakal sıkacağı almak için gittiğimiz Çıkrıkçılar Yokuşu kumaş kaynıyordu. Birkaç tanesine alıcı gözüyle baktıktan sonra yine umutsuzluğa düşüp boynumuz bükük dönüş yolculuğuna başlamıştık. Sinir bozucu da bişi sürekli olumsuz yanıt alıp zuzaylı muamelesi görmek. Yolda ilerlerken bir dükkanın önünde Didem’in gözüne bir kumaş takıldı, hadi bakalım dedik, eh fena diil. Yani yastıkların bir bu kadar daha kılıfsız duracağına değmez, alalım, dursun dedik. Tam bu konuşmalar geçerken bir de o kumaşın iki arkasında bir kumaşı gördük. Aha, dombili det iz it. Kalitesi de güzel. Ver kardeş bizim üç yastık için dedik. Astar yapacaksanız, daha ucuzu var, bu biraz kalitelidir dedi satıcı; yok dedik biz cinsiz kılıf yapacağız.
Burada bittiğini sanıyorsanız, yanılıyorsunuz :). Son raundu da terzi ile yaptık. Kılıf yapacan bunlardan hadi bakiim diye verdik, almaya geldiğimizde “astar olacaktı di mi, fermuarını kısa yaptım” dedi. Grrr, hayır, kılıf. Biz zevksiz insanlarız, güzide ev kadınlarının anca astara değer gördüğü o kumaştan kılıf yapacağız. Sonra tekrar gidip düzgün halini aldık.
Bitti sanıyorsanız yanılıyorsunuz, eve geldik, Yağmur ve Koray’ın katkılarıyla kılıfları geçirdik. Eee… bir kılıf eksik, nası yani? 3 diil 4 yastığımız varmış :). Ehi ehi… Eh zaten bir tane de silindir yastık vardı, ona da kılıf yaptıralım diyorduk, gidip tekrar alırız, nasıl olsa örneği var artık elimizde, dükkanı da biliyoruz. Bakınız arkam, sağım, solum “seçilmiş” kılıflı yastık… (saklanmayan ebe)
Fare pedi : Dünün sürprizi Alamanya’dan gelen Yağmur’un şapkasından çıktı. Didem’e getirmiş, dibim düştü, bayıldım hastası oldum. Harika bir fikir, yumuşacık da (neden acaba ;)). Pek kıskandım, ben de istedim. Hatta farklı bir modeli olsun, birbirini tamamlasın didim.
Ufak tefek şeyler insanın hayatını nasıl şenlendirebiliyor, çok acayip.
Memat | 3 Yorum »