Öyle bir seyir defteri…

Hoparlör testi

05 Ocak 2007 Cuma, 12:58

Hiç hoparlörlerinizi test etmeniz gerekti mi? Bazı bazı cızırtı yaptığından kıllandıysanız, içiniz tek tek her frekansta oluşturduğu sesi dinlemedikçe rahat etmez :)

Linux ses altyapısını oluşturan ALSA ile beraber gelen araçlardan biri, speaker-test tam olarak bu işe yarıyor. İstediğiniz özellikleri (frekans, periyot, vs) haiz sesi çıkartıyor (bkz man sayfası).

Belirli bir frekans aralığını test etmek için ufak bir kabuk betiği oluşturarak programı çalıştırmanız yeterli (hertz cinsinden 150 ve 500 yerine kendi değerlerinizi yazın) :

#!/bin/bash
for i in `seq 150 500`
do
 speaker-test -t sine -l1 -c2 -f$i
done

Belirli bir hoparlörü test etmek için de, -s1 (sol) ya da -s2 (sağ) şeklinde parametre eklemeniz yeterli oluyor.

Gezegen | 2 Yorum »
 

Benim cici hoparlörlerim

05 Ocak 2007 Cuma, 02:00

Harbiden yeni hoparlörlerim oldu yaw. Ses gelene kadar idrak edemeyeceğim demiştim, müzik dolu bir günün ardından fazlasıyla iliklerime işlemiş durumda. İlkay’ın yanında “ben xxx almayı düşünüyorum, ne önerirsin?” gibi cümleleri kurmadan önce dikkatli olmak gerekiyor. Bizim daha önce kullandığımız ve (s)atmaya kıyamadığımız bilgisayar ekipmanlarını bulundurduğumuz gibi adam da müzik ve elektronik aygıt parça bulunduruyor. Daha önce bu şekilde kendisinden Technics çift kaset deck’i, üçlü ses switchi, MP3 çalar ve kimbilir şu anda aklıma gelmeyen daha neler edindim.

Anfinin temizlik sonrası kendine gelmesiyle rotamı hoparlörlere çevirdim. İlkay’sa katalogları araştırmak yerine önde duran aktif kullandığı hoparlörlerin arkasına saklanmış bir set hoparlörü çıkarıverdi. Hatta üzerine bir de temizliğe, ince ayarlara ve makyaja girişti :

   

Göz açıp kapayıncaya kadar iki tane enfes hoparlörlerim olmuştu :

İlkay’ın bir ara arabayla gelirken getireyim o zaman önerisine, herhalde böyle şekeri bulduktan sonra burada bırakıp gideceğimi düşünmüyorsun, taşırım valla koliyle dedim.

Ankara’ya varınca ise Didem nöbeti devraldı. Hoparlörlerin kablolarını takıp, anfide uygun yerlere bağladı. İlkay ve Didem saçını süpürge ederken ben mi napıyorum, hamallık dışında ayağımı uzatıyorum :].

 

Böylece İlkay marka hoparlörden Marantz hoparlöre geçiş yaptım. Anfinin çift hoparlör çıkışı var, önceki hoparlörlerimi de üst kata yerleştirme niyetindeyim. Tabii onun için orta kattan üst kata hoparlör kablosu çekme zihni sinir projelerini hayata geçirmek lazım. Müziğin sesini, ne çalacağını nasıl ayarlayacaksın dediğinizi duyar gibiyim… Linux ve kablosuz ağ ile müzik keyfi bu noktada (tekrar) devreye girecek :).

Musiki | 1 Yorum »
 

Ekranı yan çevirmek

02 Ocak 2007 Salı, 22:59

Ekranların yan çevrilip dikine de kullanılabildiğini ulu odyofil İlkay’ı ziyaret edene kadar bilmiyordum. Daha sonra Linux’ta XRandR ile ayarlanabildiğini bilsem de, nasıl yapıldığını bugün öğrendim. Onur’un doğru yöne işaret etmesi ve biraz araştırma/deney çalışması ile sonuca ulaştım.

Öntanımlı olarak kapalı olan bu özelliği, Nvidia ekran kartları için X.org ile gelen nv isimli modülünü kullanıyorsanız, xorg.conf’a

Option “Rotate” “RandR”

satırını Device bölümüne ekleyerek aktif hale getirebiliyorsunuz.

Nvidia’nın kendi hazırladığı nvidia modülü ise illa 24 bit renk derinliği istiyor (yoksa benim gibi ekrana bu niye olmuyor diye mel mel bakabiliyorsunuz). xorg.conf’a onun için ise ek olarak

Option “RandRRotation” “True”

satırını eklemek gerekiyor. Ve sonuç :

Gezegen | Yorum Yok »
 

Odyofil ziyareti

02 Ocak 2007 Salı, 16:32

Son zamanlarda ayarları ile oynadığımda cızırdamaya başlayan, girişlerinde problem yaşadığım anfimi yüklendim, 450 km yol katedip İlkay’ın muayenehanesinde aldım soluğu. Dile kolay en az 7-8 sene oldu beraber Doğubank’ı bana anfi almak için arşınlayalı. Hatta paramın çoğu anfiye gittiği ve iyi bir hoparlöre yetmediği için kendisi hoparlör parçalarını ayrı ayrı satın alıp o zamandan beri kullandığım hoparlörlerimi elcağızları ile toplamıştı.

    > >

Şimdi cillop gibi oldu. Bal döküp yalamamak lazım tabii ama bilumum müzikleri dökeceğim içine.

Hatta galiba yeni hoparlörlerim de oldu. Galiba diyorum, nasıl olduğunu hala idrak edebilmiş değilim, eve dönüp onlardan sesi aldığımda anlayacağım.

Musiki | 2 Yorum »
 

Baldan bile tatlı

26 Aralık 2006 Salı, 00:48

Kışın belki de en güzel tarafı mandalina, portakal suyundan bile güzel, bir de ıspanak var tabii ama yine de mandalina diyorum. Hele şu aralar mandalinalar iyice olgulaştı, o kadar lezzetliler ki…

Mandalinanın en kötü tarafı bize kışa muhteşem bir başlangıç yaptırmasına karşın, sonra bizi yarı yolda bırakması. Bu kadar olgunlaşmış lezzetli mandalinalar, aynı zamanda en fazla bir ay içinde mandalinaya bir sonraki kışa kadar veda edeceğimiz anlamına geliyor.

Mandalina tüm kış taze kalsın, bizi portakal ile başbaşa bırakmasın!

Yimmek | Yorum Yok »
 

Kayıpsız müzik dosyaları arası dönüşüm

26 Aralık 2006 Salı, 00:31

İnsanoğlu uzun zamandır ses kalitesi kaybı olmadan ama daha az yer kaplayacak biçimde müziği bilgisayar aktarmaya çalışıyor. Bu yolculukta bir sürü “kayıpsız” dosya biçimi bulundu.

Bu müzik dosya biçimleri “kayıpsız” olduğuna göre, iki kayıpsız biçim arasında dönüşümün de teorik olarak kayıpsız olması gerekiyor. Aralarında en genel-geçer ve yaygın desteklenen FLAC‘a çevireyim dedim elimdeki SHN ve APE‘leri.

Grafik arayüzünden bilumum dönüşüm işlemlerini Transkode ile kolaylıkla yapabiliyorum ama insan bazen komut satırından daha verimli iş yapabiliyor. Elimdeki tüm dosyaları dönüştüreyim dediğim an, bunlardan biri. Bunun için de shntool isimli güzel bir araç buldum. Yardım çıktısına baktığımda ise komutun tam olarak istediğim işi yaptığı halinin örneği gördüm :

find / -name \*.shn | shntool conv -o flac
find / -name \*.ape | shntool conv -o flac

Sonrasında ise tek yapmam gereken arkama yaslanmak oldu. İşlemin sorunsuz tamamlandığına emin olduktan sonra da,

find / -name \*.shn -exec rm {} \;
find / -name \*.ape -exec rm {} \;

Güle güle shn ve ape, hoşgeldin flac :)

Gezegen | 1 Yorum »
 

Judee Sill

22 Aralık 2006 Cuma, 09:42

Herhalde Judee Sill‘in kendi adını taşıyan bu albümle ilgili en iyi tanımlamayı Allmusic‘te gördüm –> “The songs feel like a comfort blanket”.

Musiki | Yorum Yok »
 

Internet Konferansı’ndan esintiler

21 Aralık 2006 Perşembe, 15:17
   

Löker’in seminerinde fotoğraf çekemedim ama onun kamerasından Ekin’in seminerini izlemeniz mümkün :)

Not : Linux Gezegeni’nden bakınca nedense resmin üzerine tıklayınca daha büyüğü açılmıyor, kendi seyir defterimden bakabilirsiniz büyük boyutlu olarak.

Gezegen | Yorum Yok »
 

Zamane dizileri

19 Aralık 2006 Salı, 15:59

Bir dizi manyaklığı beni almış götürüyor son aylarda. Televizyon açmaz, sinemaya gitmez, film seyretmez oldum. Hele Eylül’in gelmesi ve sezon dizilerinin başlaması ile bu tavan yaptı. Şimdi yılbaşı tatiline girdi Amerika tayfası, ben de bu arada izlediğim diziler hakkındaki saygıdeğer yorumlarımı klavyeye alayım dedim, unuttuklarım affola :

  • 24 : Seviyorum işteee, vaaaar mı diyeceğin… Zaman takıntılı bir insan olarak, zamana karşı temposu hiç düşmeyen film/dizilere karşı bir zaafım var (bkz Speed). 6. sezonu yakın başlayacak. Evet bazı hamleler tekrarlayabiliyor; bazıları kabak tadı verebiliyor ama hala hızlı, hala beni sürüklüyor.
  • 4400 : Fikir güzel olmasına karşın 3 sezonda hikaye bir arpa yolu boy katedemedi. Çook ağır tempoda ilerliyor, böyle çekeceklerse yılda 40-50 bölüm yayınlamaları lazımdı. Veri over-rated.
  • Bleach : Düzenli izlediğim tek anime. Diğerlerini beğenmediğimden değil, kötü yola henüz düşmediğimden :), şimdilik bir tanesi bile yetiyor. Ağır ilerleyen diziler serisinden bu da. İyi tarafı her hafta bir bölümü yayınlanıyor, öyle birkaç hafta ara vermeler, sezon ortası/sonu tatili, vs gibi durumlar yok. Yemeyip içmeyip çiziyorlar. Hikayesi yavaş ilerleyen dizi yapacaksan böyle olmalı valla. Leblebi çekirdek gibi izleniyor.
  • Brothers and Sisters : Bol kardeşli bir Amerikan ailesinin yaşantısını anlatıyor. Farklı politik fikirlere sahip aile üyelerinin çatışması. Ailenin annesini oynayan Sally Field başarılı bir seçim olmuş. En bi tanıdık yüz, Ally McBeal rolünden tanıdığımız Calista Flockhart, neredeyse aynı tipte birini oynuyor. Ama dizide dominant değil, o nedenle baymıyor. Ahım şahım bir dizi değil ama boş vaktiniz varsa, hoşunuza gidebilir.
  • Desperate Housewives : Sıkılırım diye düşünüyordum, Susan’ın başarılı ama bir o kadar da kıl edici karakterine rağmen 3. sezonun ortasına geldik hala sıkılmadım. Komediye gelişen bir hikaye ve hafif polisiye unsurlar da katarak değişik bir tat yakalamışlar. Dizinin lokomotifi Lynette diye düşünüyorum, o kadar başarılı oynuyor ki. Bree neredeyse kusursuz, oynayan teyzeyi Melrose Place’te de severdim zaten.
  • Dexter : Sezonun en orjinal dizisi. Dizi adli tıpta delil analisti olarak çalışan ve aynı zamanda bir seri katil olan Dexter üzerine kurulu. Dexter suç mahalline geldiğinde (sanki cennete düşmüş gibi) eğlenceli müzikler çalması gibi harika ayrıntılar var. Güzel bir dizi olmasına karşın, yeterli izleyici kitlesi toplayamayacağından korkuyordum; şimdiden ikinci sezon için anlaşma yapılmış.
  • ER : 12 sene geçti, dizinin başlangıçta üzerine kurulduğu yer alan tüm karakterler diziden ayrılmasına karşın hala ayakta kalmayı başaran kaç pembe olmayan dizi var acaba… Yani Yalan Rüzgarı’nda bile Kathryn hala oynuyor (valla ölmemiş hala). İlk sezonlardaki dostluk havası yok, daha “iş” gibi ama yine de sistemi oturtmuş durumdalar. Şu bir gerçek ki yeni karakter çizmekte çok başarılılar, gelip geçen ve oturmamış o kadar az karakter var ki. İnsanlar izlemeye devam ederse, sonsuza kadar devam edebilirler gibi geliyor.
  • Eureka : Başarısız uygulanan harika fikirler #5781243875284. Genç dahilerin yaşadığı ve büyüdüğü gizli bir “bilim” kasabası. Kaldırımlara acayip denklemler falan yazıyorlar. Reklamı böyleydi. Enfes bir bilim kurgu dizisi geliyor diye düşünmüştüm, yalan oldu. Dahi kısmı gitti, sıkıcı yetişkinlerin kendi aralarında ilişkilerine boğulup baygınlık geçirtti. Sci-fi kanalının yaz döneminde en çok izlenen dizisi olmuş, ikinci sezonu çekilecekmiş, vah vah diyor ve kendisinden uzaklaşıyorum.
  • Grey’s Anatomy : Hastane dizisi diil pembe dizi. ER neydi diyeceksiniz, bu ondan da pembe dizi. ER’la Scrubs’ı karmaya çalışmışlar, olmamış. Arada denk geldim mi Digitürk’te seyrediyorum, vakit öldürmek istiyorsanız olabilir ama onun dışında ı-ıh.
  • Heroes : Kısaca özetlemek gerekirse 4400’ün olmuşu. 4400’ün 3 yılda beceremediğini birkaç bölümde halletti. Yapamayının dizisini yaparlar. Seviyoruz.
  • How I Met Your Mother : Son zamanlarda izlediğim en keyifli komedi (pek fazla komedi dizisi izlemememin de etkisi var tabii). Cinsel ilişkiler üzerine zekice komedileri seviyorum. İşte güncel bir tanesi, 30’larına yaklaşan ya da accık geçmiş olan beş kişiyi konu alıyor. Ted’i bildin mi?
  • House : Digitürk’te şans eseri “Three Stories” bölümünü izlediğimden beri seviyorum, aşığım (bkz geçen yıl bu zamanlar).
  • IT Crowd : Sonunda bilgisayar sektörü üzerine bir dizi yapmalarına sevinmiş olsam da, beklediğim kadar iyi değildi. Komedi olsun diye katılan aptallık bazlı espriler beni çok bayıyor. Senaryoyu dolu dolu yapsalar, bilgisayar dünyasının kendisi komedi zaten.
  • Jericho : Amerikalıların “anam bizi teröristler basacak” korkusundan beslenen vasat bir dizi. Böyle bir dizi onlara uzun zamandır lazımdı da, uygulamasını pek beğenmedim.
  • Kyle XY : Kaygısızca izlenebilen eğlencelik bir “aile” bilimkurgu dizisi. Yaz döneminin hoş sürpriziydi, 10 bölümde tadı damağımda kaldı; neyse ki bir sonraki sezon için anlaşmışlar.
  • Las Vegas : Cnbc-e’de gördüğümde güzel kızlar gösterip durduğu için Sahil Güvenlik ile aynı kefeye koyup ciddiye almamıştım. Polisiye dizi yapacağız ama sıkıcı olmasın, kumarhane çevresinde dönsün, güzel kızlar da olsun demişler; kıvamı güzel olmuş. James Caan’ı sevmememe, dizide en bi beğendiğim teyzeye önce iğrenç bir saç modeli yapıp sonra da şutlamalarına rağmen beğeniyle izliyorum kendilerini.
  • Lost : Bkz 4400. Bir dizi bu kadar mı ağır ilerler kardeşim. Arka arkaya leblebi çekirdek gibi izlenince güzel de, her hafta tek tek bölümleri izleyince o kadar sıkıcı ki. Şu ana kadar 50 bölümde çektiklerini 10-15 bölümde anlatabilirlerdi, çok da güzel olurdu. Veri veri over-rated.
  • Medium : Disq‘in deyimiyle “kız dizisi”. Doğaüstü muhabbetleri genelde beni bayar ama Medium’u birkaç bölümü dışında keyifle seyredebiliyorum. İşin polisiye kısmından çok “saykik” teyzenin özel durumu nedeniyle kendi aile içi gelişmeleri/çatışmaları daha çok hoşuma gidiyor. Harika bir koca ve acayip şirin bir ortanca kız var. Büyük ve küçük olan kızlar da plase.
  • My Name Is Earl : Jason Lee’yi ailecek seviyoruz. Kevin Smith filmlerinde doyamamıştık, bıyıklı orta yaşlı hali ayrı bir güzel olmuş. Eh, dizinin kendisi de boş değil.
  • Nine : Bir banka soygunu sırasında 52 saat beraber rehin kalan dokuz kişinin, soygun sonrasında birbirlerine bağlanmaları ve soygunun hayatlarında yaptığı değişiklikleri konu alıyor. Bölümler ilerledikçe bir taraftan soygun sonrasında olanları yaşıyoruz, bir taraftan da geriye dönüşlerle soygun sırasında ne olduğunu öğreniyoruz. İlgimi pek çekmişti valla. Ne yazık ki diğer seyirciler benimle aynı fikirde olmamış, yayınlandığı saatte yeterli izlenme oranını yakalayamadığından yılbaşı sonrası tekrar yayınlanmak üzere rafa kalktı.
  • Prison Break : İlk sezonunu bayılarak seyretmiştim, ikincisi de her hafta beni ekrana bağlıyor. Dinotopia‘nın bebek yüzü o kadar güzel gitmiş ki rolüne. T-Bag ayrı bir boylam. Sara teyzeyi de seviyoruz tabii. Tempolu ve hızlı dizileri sevdiğimi söylemiş miydim? :)
  • Runaway : 3 bölümü yayınlanıp iptal oldu. Konuyu beğenmiştim, baba haksız yere suçlanınca aile olarak kaçıyorlar ve kaçak olarak yaşamaya başlıyorlar. Senaryosu nasıl gidecekti bilmiyorum ama hani daha kötü diziler vardı yayınlanan. Biraz daha popüler oyuncular seçmeliydiler belki reytingler için.
  • Six Degrees : “Dünya ne kadar küçük” yaklaşımı çerçevesinde 6 kişinin birbirlerinin hayatlarını etkilemesini ele alan bir dizi. Dışarıdan ambalajı iyiydi, büyük umutlar bağlamıştım, içi beklediğim kadar iyi çıkmadı. Yine de fena gitmiyordu. Nine gibi reyting kurbanı oldu, yılbaşı sonrası geri dönecek.
  • Stargate SG-1 : 7. sezonun sonunda bitmeliydi :). Sezonun bitişi çok görkemliydi, tekrar diriltmeye kasmamalıydılar. Tası tarağı toplar Atlantis ekibine mi katılırlar, Atlantis gibi başka bir artçı bir deprem mi yaratırlardı bilmiyorum. 8. sezon kötüydü, Tealc saç bırakmamalıydı (indeed). Ama 9. sezonla başlayan yenilenme hareketi başarılıydı. Ori fikri kötü değildi, Gould’ların yaratttığı boşluğu birilerinin doldurması gerekiyordu. Farscape’ten apartılan Vala ve Mitchell karakterleri, Beau Bridges, Andromeda’dan gelen Lexa Doig, hepsi oturdu rollerine yine. Ama bir türlü dizinin mayası olmadı. Sanırım Stargate ekibine aynı anda iki diziye bölüm yazmak fazla geldi. Yine de 11. sezonu çekseler, izlerim elbet :)
  • Stargate Atlantis : Stargate serisinin SG1’den sonra kötü olmayan bir artçı deprem. Çok bir yenilik getirmiyor, Stargate dünyasını seviyorsanız izleniyor. SG1’in 7. sezonunun sonundaki sarışın Elizabeth Weir‘i pek beğenmiştim, yeni sezona anlaşamadılar herhalde, yazık oldu. Yenisi oynarken farklı bir karakter oldu sanki. Dizide vazgeçemediğim, ağzımın suyunu akıtan tek karakter var –> Ronan Dex. Harcanıyor valla dizide, bence ayrı dizi çeksinler ona Ronan diye, harika olur.
  • Windfall : İlk duyduğumda fikir hoşuma gitmişti. Bir grup arkadaşın topluca piyangoyu kazanması (aralarından biri diil, hepsi) ve bunun hayatlarını değiştirmesi. Hatta derinlemesine piskolocik dokundurmalar falan da bekliyordum. Çeşitli dizi/filmlerden tanıdık bir sürü tipi görünce heyecan da sardı. Güzel gibi başlayan bir-iki bölümden sonra pembe diziye çevirmeye yöneldiler, hayal kırıklığı ve muz kabuğuna dönüştü.

Her diziye tek tek bağ koymakla uğraşmadım, Wikipedia ve Epguides dostunuzdur.

Film / TV | 1 Yorum »
 

Yeni ciciler

18 Aralık 2006 Pazartesi, 23:59

Son bir ayda pek sevip tadını çıkardığım yeni cicilerim oldu :

Bot + spor ayakkabı : Efenim ben cins bir insanım (hadi ya :)). Yaz-kış spor ayakkabı giyerim. Çeşit çeşit ayakkabım olduğunu da düşünmeyin, genelde tek bir ayakkabım olur, onu öldürene kadar giyerim. Çok karda kışta zorunlu olarak bot giydiğim oluyor ama onu da yapmamak için kırk takla atıyorum.

Her zaman spor ayakkabı giyince “ciddi” olmam beklenen ortamlarda problem yaşamamak için, o spor ayakkabılarının kendini çok belli etmemesi gerekiyor. Yani “beeeeeen spooor ayaaakkaabııyıııım” diye bağırmaması, akıllı olması gerekiyor. Işıklı zımbırtılar, acayip çizgiler, rengarenk görüntüler beni açmıyor. Simsiyah olması, mümkünse logo neyin de olmaması gerekiyor. Olmazsa olmaz bir özelliği de yumuşak ve ağırlık hafifleten bir taban. Dizimde kıkırdak zedelenmesi olduğundan, fazla yüklenmemem gerekiyor ona, böyle bir taban da ağrılarımı inanılmaz azaltıyor.

Tabii günün modasına ya da yeni modellere göre diil de, böyle belirli isteklerle bir ayakkabı mağazasının kapısından girince “garson katili” -> “satış elemanı katili” dönüşümü yaşayabiliyorum. Ne istediğini bilen müşterinin daha makbul olmasını beklersiniz ama genelde öyle olmuyor. O nedenle ayakkabı alışverişi yapmasını da çok sevmiyorum. Bir aldığımı da sürekli giymem de ondan herhalde. Geçen kışı botsuz geçirdim örneğin, evet çorapları ıslattım birkaç kez ama idare ettim.

“Bir kış daha böyle geçmesin” kampanyası çerçevesinde, çok gecikmeden bu işi yapalım dedik (kaderde varsa, neye yarar üzülmek). Ülkealan Pasajı her zamanki gibi açık kollarıyla bizi karşıladı. İlk girdiğim mağazada şaşırtıcı biçimde istediğim gibi birçok model buldum. Spor ayakkabı firmalarının da bot yapmaya başladığını öğrendiğimde, sevinç gözyaşları dökülecekti az kaldı. Yumuşacık tabanlı, spor ayakkabı rahatlığına yakın bir bot edindim, yağmur indirirse derdinden uzak keyifli bir kış geçiriyorum. O kadar orgazmik bir durumdu ki, hızımı alamadım bir de simsiyah spor ayakkabı aldım. Dış görünüşü çok harika değil ama pek rahat, seviyoruz kendisini de.

Kulaklık : Ben ezelden beridir kablolu kulaklıklara çok para vermeyi sevmeyen biriyimdir. Hep mobilken kullanırım kendilerini, hareket halindeyken dinlediğimiz cep aygıtları zaten düşük kalite ses veriyor, kulaklığı kaliteli olsa ne olacak diye düşünürüm. Bundaki temel neden aslında kablolu kulaklıkları çok çabuk bozmam. Jak yerinden gitmese, her iki kulaktaki bağlantı yerlerinde çok geçmeden temassızlık oluşur. Ben de çok para verip “aaah niye bozuldu yine, o kadar da düzgün kullandım” diye ağlamaktansa kulağımı fiziksel olarak rahatsız etmeyen ucuz bir tanesini alır, bozuldukça yenisini alırım. Şekil tercihim de kulak içine takılanlardan olur. Kulağın içine girmeyen yuvarlak kulaklıkları aslında daha çok severim ama taşınabilirliği az olduğundan, sarsıntıdan daha kolay düşebildiklerinden kulak içi modellere talim ederim.

Bir ay kadar önce tüm bunlar değişti. Ekin‘de gördüğüm kulak arkası/enseden geçen katlanabilen bir kulaklığa vuruldum. Kulak içi olmamasına karşın katlanıp onların boyutuna gelebiliyor, taşıması çok rahat. Sapı kulak arkasından geçtiği için neredeyse hiç düşmüyor. Gözlükle de sorunsuz kullanılabiliyor, kulağı hiç rahatsız etmiyor. Beklemediğim bir artısı da ses kalitesinin yüksek olması oldu. O derece ki, kaliteli bir taşınabilir müzik çalar mı alsam diye bile düşündürdü… Yami.

Spor salonu / koşu bandı : Kilomu korumasına koruyorum da, insan vücudunun biraz şekle girmesini de istiyor. Hareket diyoruz, zindelik diyoruz. Geçen aylarda sonunda bitmeyen “yaw spor salonuna gitsek” deyişini hayata geçirip bir salona gittik. Hani işimizi falan görür gibiydi ama çok iç karartıcıydı yaw. Sonunda geçen ay yaşam alanımıza yakın Fair Sportline isimli küçük ama bakımlı bir salon keşfettik. Güler yüzlü insanlar, ferah bir ortam. Yeni çalışma programı ile koşabildiğimi öğrendim (hayatımda hiç yapmadığım bir şeydi). Yürümeyi çok severim ama yürüyüş bantlarını sevmem. Sokakta çıkar yürürüm, en azından açık hava diye düşünürüm. Yürüyüş bandı asıl koşu bandı olarak kullanıldığında pek verimli oluyormuş. Yolda koşmak zor, bilek burkması falan çok mümkün bizim yollarda. Valla salonu bıraktığımız zaman bir koşu bandı alalım diye ciddi ciddi düşünüyorum artık.

USB Kart Okuyucu : 10 YTL yaw! Bilgisayar dükkanından falan diil hem de, süpermarketten. n çeşit kart okuyabiliyor. Usb disk gibi bağlayıp kullanıyorum. Makinadan makinaya gezdirebiliyorum. O sadece tek çeşit kart okuyabilen gömülü kart okuyucularının varlığını da ne kadar anlamsız kılıyor. SD kart da okudum, Sony memory stick de. Sefam olsun.

Sanayi tipi portakal sıkacağı : (Taze) Sıkılmış portakal suyu son zamanların popüler içeceği. Sokaklarda, her yerlerde satıyorlar. Kollu sıkacakların yanı sıra hiç kol gücü gerektirmeyen makinaları bile çıktı. Ucuz ucuz içebiliyoruz artık. Tek sorun satıcıların fazla tembel olması sonucunda portakal sularının “taze” olmaması. Her dakika uğraşmamak için önden sıkıp sıkıp şişeliyorlar, gerçekten sıkılmış ama taze olmayan portakal sularını veriyorlar.

Bundan sıkılan, benim canım her daim taze sıkılmış portakal suyu içmek istiyor kahramanımız (ben oluyorum o), ne var onların ki kol da benimki patlıcan mı diyerek kollu portakal sıkacağı edinmişti iki sene önce. Ama meret bir türlü istediğim güzellikte sıkmadı. Kısa zamanda elimde kaldı. Şimdilerde marketlerde daha da uydurukları satılıyor. Kaç zamandır “yaw bu portakal suyu satanlar nereden alıyorlarsa, biz de oradan alalım” diye dolaşıp duruyordum. Hatta bir ara niyeti bozup otomatik makinalarına bile baktık ama en küçüklerinin bile 3000 avrodan başlayan fiyatlarını görünce oturduk aşağı.

Bir gün Kızılay’da koşturarak metroya yetişmeye çalışırken bir dükkanın nispeten dışında, epsilon komşuluğunda kimsenin olmadığı ağzıma layık bir portakal sıkacağı gördüm. Ani bir fren yapıp geriye taktım, portakal sıkacağının markasını arandım. Telefon da vardı, cep telefonuma kaydettim. Sakarya’dalarmış, fabrikayı arayıp Ankara’da nereden alabileceğimi öğrendim. Sonra ver elini Çıkrıkçılar Yokuşu… Firmanın “bunlar bizim ürünümüzü satar” diye ismini verdikleri mağaza, “valla bu onlarınkinden iyi, bakın biz kendimiz döküyoruz bunu, onun tepesi plastik bizim tepesi de döküm, üstelik daha ucuz” diye hain evlatlık yapmaları acıklı oldu tabii. Bir-iki yere daha sorup o markayı bulamayınca, pes edip hain evlat portakal sıkacağından aldık (oem). Alırken “bak iki dakikada paralanmaz di mi, evde kullanmayacağız bak, kafemiz var, orada sürekli kullanacaklar”, “tabii abi zaten bu eve fazla gelir zaten” diyalogları görülmeye değerdi.

Yeni portakal sıkacağım ile cicim ayları yaşıyoruz. Portakalların kökünü kurutuyor desem yalan olmayacak. Tam benim istediğim gibi. Fazla efor da harcamam gerekmiyor. Düşündüğüm gibi uzun ömürlü de olursa, değmeyin keyfime…

Yastık kılıfları : İkea‘dan edindiğimiz, ambalajındayken vakumlanmış ultra-taşınabilir, açılınca 72×72 olan yastıklarımıza kaç zamandır fermuarlı kılıf yaptıracağız, istediğimiz gibi kumaş bulamadığımızdan havamızı alıyorduk. İnsanlar çok çiçekli böcekli, dantelli, süslü kumaşları sevdiklerinden etrafta da sürekli onlardan var. Satıcılar üzerimize atladığında, istediğimizi anlattığımızda uzaydan gelmişiz gibi bakıp dururlar. Zaten sedir kılıfları için kumaşları da zor bulmuştuk. Şöyle sade ve güzel bişiler bulmak ne kadar zor…

Portakal sıkacağı almak için gittiğimiz Çıkrıkçılar Yokuşu kumaş kaynıyordu. Birkaç tanesine alıcı gözüyle baktıktan sonra yine umutsuzluğa düşüp boynumuz bükük dönüş yolculuğuna başlamıştık. Sinir bozucu da bişi sürekli olumsuz yanıt alıp zuzaylı muamelesi görmek. Yolda ilerlerken bir dükkanın önünde Didem’in gözüne bir kumaş takıldı, hadi bakalım dedik, eh fena diil. Yani yastıkların bir bu kadar daha kılıfsız duracağına değmez, alalım, dursun dedik. Tam bu konuşmalar geçerken bir de o kumaşın iki arkasında bir kumaşı gördük. Aha, dombili det iz it. Kalitesi de güzel. Ver kardeş bizim üç yastık için dedik. Astar yapacaksanız, daha ucuzu var, bu biraz kalitelidir dedi satıcı; yok dedik biz cinsiz kılıf yapacağız.

Burada bittiğini sanıyorsanız, yanılıyorsunuz :). Son raundu da terzi ile yaptık. Kılıf yapacan bunlardan hadi bakiim diye verdik, almaya geldiğimizde “astar olacaktı di mi, fermuarını kısa yaptım” dedi. Grrr, hayır, kılıf. Biz zevksiz insanlarız, güzide ev kadınlarının anca astara değer gördüğü o kumaştan kılıf yapacağız. Sonra tekrar gidip düzgün halini aldık.

Bitti sanıyorsanız yanılıyorsunuz, eve geldik, Yağmur ve Koray’ın katkılarıyla kılıfları geçirdik. Eee… bir kılıf eksik, nası yani? 3 diil 4 yastığımız varmış :). Ehi ehi… Eh zaten bir tane de silindir yastık vardı, ona da kılıf yaptıralım diyorduk, gidip tekrar alırız, nasıl olsa örneği var artık elimizde, dükkanı da biliyoruz. Bakınız arkam, sağım, solum “seçilmiş” kılıflı yastık… (saklanmayan ebe)

Fare pedi : Dünün sürprizi Alamanya’dan gelen Yağmur’un şapkasından çıktı. Didem’e getirmiş, dibim düştü, bayıldım hastası oldum. Harika bir fikir, yumuşacık da (neden acaba ;)). Pek kıskandım, ben de istedim. Hatta farklı bir modeli olsun, birbirini tamamlasın didim.

Ufak tefek şeyler insanın hayatını nasıl şenlendirebiliyor, çok acayip.

Memat | 3 Yorum »