Öyle bir seyir defteri…

Breaking the … what?

15 Temmuz 2008 Salı, 18:49

Evet, Judas Priest geldi Türkiye’ye. Üstelik 70’lerden gelen diğer gruplar gibi farklı bir kadro ile değil, 35 sene önceki ilk albümlerindeki ekibin 5 kişisinden 4’ü yerli yerinde duruyor. Farklı olan davulcu da 18 senedir aynı adam.

Genelde konserlere çok gitmiyorum. Sevmediğimden değil aslında, çok severim konserleri. Dumanaltı ve iç karartıcı mekanlarda olabiliyorlar (ör: Saklıkent). Konser başlayana kadar bir sürü abuk ön grup seyretmek gerekebiliyor. Tüm konser ayakta olmana karşın sahnedeki adamı doğru düzgün göremeceğin biçimde tasarlanmış bir mekanda olabiliyorlar. Fiyatları da alacağım keyfe oranla çok uçuktur.

Judas Priest bunların hepsini bir kenara attı. Taa Mart ayından aldık biletleri. Yaz sıcağında İstanbul mu… vız gelir efem! Judas bu. Adamlar ölmeden, dağılmadan ne zaman göreceğiz ki bir daha…

Konsere gidiş oldukça eğlenceliydi. İstanbul’a bir-iki gün önce gelip, sonra gidecek olmamdan dolayı Ankara’dan kalkan 44 kişilik otobüs tayfasına katılamadım ama Kuruçeşme’ye giden vapurdaki insanları izlemek de çok keyifliydi. Kılları ağarmış bir sürü insan uzun zamandır bekledikleri bir fırsata doğru yolculuk ediyorlardı. Bir taraftan da yarın sabah kalkıp nasıl işe gideceğiz diye düşündüklerine eminim :)

Konser tam zamanında başladı, çok şaşırdım. Yeni nesil besili kardeşim, 1.82’lik boyumla kendimi cüce gibi hissettim. 4-5 cm yüksekliğinde bir çıkıntının ve ayak parmaklarımın ucuna çıkmama rağmen zar zor izledim konseri. Bekliyordum ama bunu :)

Valla amcalar formlarından hiçbişi kaybetmemişler. Üstelik Rob Halford’ın sesi bile hala canavar gibi çıkıyordu. “Painkiller” albümünden 3 parça çalıp, favori albümüm “Sad Wings of Destiny”den tek bir parça çalmadılar ama yine de parça seçimleri iyidi (hem Painkiller’ı da severim). Yeni albümlerini fazla abartmadılar.

1 saat 40 dakika kısa geldi bana, insan bi bis’e çıkar, Avrupa turnesinin son durağı olmanın dayanılmaz hafifliği olsa gerek. Klavyeci (Don Airey) yoktu, klavyeleri banttan verdiler herhalde, ayıp yav. Klavyesiz çalsaydınız, biz kınamazdık :). Davulcu sticklerini sürekli havaya atıp yere düşürüp durdu çalarken. Birader madem tutamıyorsun, niye kasıyorsun ki :). Zaten senin dışındakileri doğru düzgün göremiyorduk (davulcu üst platformda), onda da bari bunu görüp görüp gülmemiz gelmeyeydi. Bunlar ufak tefek zımbırtılar tabii, işin tadı tuzu.

Ama konserin tuzunu erojen (erosenin) bölgelere kaçıran o soundboard’ın başındaki ileri zekalıydı. Ya insan davulun sesini bu kadar yüksek mix eder mi?! Davulun sesi o kadar yüksekti ki, davul azdığı zamanlarda başka hiçbir enstrümanı, hatta solistin sesini ayırt etmekte zorlandım. Parçaların çoğunu ezbere bilmiyor olsam, hiçbişi anlamazdım. Tamam yani stüdyo kalitesi beklemiyorum ama o kadar yüksek bir davul sesi ancak vücuda masaj yapmaya yarıyor. Yazık yav… O kadar da güzel çaldı adamlar oysa ki, sadece biz duyamadık :(.

İlkay’la bu muz kabuğundan sonra hızımızı alamadık, evde adam gibi müzik dinledik. Bir Defenders of Faith, bir Court of the Crimson King, üzerine de bir Leftoverture plağı anca kesti bizi.

Musiki | Yorum Yok »
 

Votka-fındık ile tanışma

13 Temmuz 2008 Pazar, 10:54

Dün akşam uzun zamandır görmediğim Tim ile buluştum, bana Taksim 101 dersi verdi ayak üstü. Cumartesi akşamı kulaklarım geçici sağırlık geçirmeden ve dumanaltı olmadan oturulabilir bir yer, acayip bir binanın 6. katındaki iğne atsan yere düşmez çatı katı bar, 30+’lardan bir bar, Marmara Cafe’de yemek, …

Ben her zamanki gibi kötü bir içki arkadaşıydım. O bira içerken ben karşısında konuşmakla meşguldüm. Sonra votka-fındık denilen bir içecek tavsiye etti bana. Son zamanlarda pek popülermiş, votkayı, fındık şurubu/likörüyle karıştırıyorlar. Ben yine önce şüpheci yaklaştım olaya. Onun gelen içkisinden yudumlayıp, inanılmaz beğendim. Kokusu pek güzel, tatlımtrak bir tadı da var. Sonra bir bakmışım, yarım saat içinde iki tane kendim içmişim. Ne kadar içtiğini de anlamıyorsun, pıt pıt içiliyor meret. 1-2-3 (Lotus) yetmez, 4-5-6 olsun diye giderdi o öykü de; sonra kendimi eve nasıl götürürdüm ondan emin olamadım.

Niyeti iyice bozunca evde yapmayı denemek lazım, en azından kendimi eve götürme derdi olmaz :)

Memat, Yimmek | 1 Yorum »
 

Kamil Koç ra-hat-lığında son demler?

27 Haziran 2008 Cuma, 01:09

İstanbul-Ankara arasını her yıl defalarca katetiyorum. İş olsun, eş-dost görme olsun, hanımköylülük olsun. O yol kaçınılmaz biçimde karşıma geliyor. O 450 km’lik yolu çekilir kılan başarılı bir otobüs firması oluyor genelde.

“Önce Kamil Koç vardı”. Harbiden öyleydi. Zamanında direk Kadıköy’den kalkan özel seferleri vardı, inanılmaz bir keyifti. Avrupa yakasından otobüs gelmesini beklemek yok, köprüde trafik sıkıştı laflarını dinlemek yok, servisle zaman kaybetmek yok. Rıhtıma gelip otobüse binip direk uyumaya başlayabiliyorduk. Sonra bu uygulama tarih oldu, Kamil Koç’un cazibesi de yok oldu.

Sonra Asya Tur geldi. Normalde bir tur firması ama Ankara-İstanbul arasında az sayıda da olsa otobüs seferleri vardı. Diğer otobüslerle aynı paraya inanılmaz bir konforla gidip geliyorduk. Geniş, yumuşak koltuklar, güleryüzlü bir servis. Gece çok geç saatte otobüsü olması nedeniyle sevgiliyle maksimum zaman geçirilebiliyordu ;). Üstelik gündüz makul bir saatte varabilmek için duraklamasız gidiyor, diğer otobüsler gibi uzuun molalarla değerli zamanımızı harcamıyordu. Otobüs indiği anda servisleri kalkıyordu. Ne yazık ki bu mutluluk da uzun sürmedi, Asya Tur bir süre sonra bu seferlerden vazgeçti.

Ve Nilüfer… Standart otobüslerle insan gibi hizmet nasıl verilir bize gösterdi. Böyyük, pek pahalı (ve bir o kadar kurumsal) otobüs firmaları dışında taşeronla değil de kendine ait otobüslerle bizi götürmeye başlayan ilk Nilüfer’di — üstelik aynı paraya. İnanılmaz gülümseyen bir personel, acayip ikramlar, anında kalkan yolcu servisleri, yepyeni otobüsler ama en önemlisi bilet alabileceğiniz adam gibi bir internet sitesi ile dudak uçuklattı. Nasıl bir anda mantar gibi bittiler, nasıl böyle üst düzey bir hizmet veriyorlardı inanamıyorduk. Ne mi oldu? Diğer insanoğulları da Nilüfer’i keşfetti, otobüsler tıklım tıklım hale geldi, artan müşteri kitlesiyle aynı kaliteyi korumayı başarmakta zorlanmaya başladılar. Biz de ufaktan ikilemeye…

Kamil Koç tekrar vurdu! Sonunda Ulusoy, Varan, Boss gibi snob firmaların yanında tekli geniş koltuklu rahat otobüslerle geldi. Üstelik fiyatı diğerlerine kıyasla çok daha ucuzdu. Hem cep telefonu da kapatmak zorunda değildik. Internet bağlantısını ilk başta bluetooth’la dağıtmaya kalkıp bizi üzdülerse de, hatalarından çabuk döndüler. Tekli koltukların araları bana dar geliyordu ama çift koltukların arası pek rahattı, koridor gibimsi yoktu. Sonra… sonra mı? Rahat hat uygulaması çok rağbet görmeye başlayınca, yer bulma sıkıntısı baş gösterdi. Birkaç kez otobüsün farklı yerlerinden alıp dizlerimin bile sığamayacağı rahatlıkta(!) gidince şaşkına döndük, olayı çözmek birkaç ayımızı aldı. Efenim Kamil Koç’un rahat otobüslerindeki çiftli koltukların aralarındaki mesafe kısalıyordu! Hem de öyle böyle değil, en arkadaki çiftli koltuk arası ile normal çiftli koltuk arasında tam 10 cm fark var — evet mezroyla ölçtüm, manyağım. Aynı parayı ödeyen iki yolcudan biri yaya yaya giderken, diğeri ziplenip gidiyor. İnsan iki koltuk az koyar da insanları böyle kandırmaz yav. Hadi dedik, belirli bir yerden alırız. Sonra Kadıköy’den kalkan servisleri otobüs saatinden yarım saat önce kalkarken, artık 45 dakika önce kalkmaya başladı. Ya arada dolmuşçuluk yapıp başka semtlere uğruyor ya da terminale o kadar erken varıyor ki orada 20-30 dakika otobüsü bekliyorsunuz. Otobüse binme zorlukları burada da bitmedi — Ankara’da tüm otobüs firmaları Çayyolu’nda Mesa Koru önünden yolcu alırken, Kamil Koç süper bir uygulama ile orada durmamaya ve çevreyolu çıkışından yolcu almaya başladı. Bunun yolculuk başına bize çıkan faturası iki nokta arasında gitmek için yolculuk başına 10 YTL taksi parası. Hadi çek bunu da sineye. Tuttu ya rahat hat, sayısını arttırmaya başladılar. Ne kadar güzel derken, fiyatına da zam yapmaya başladılar. Eh, 10 YTL taksi parasını da ekleyince gerçekten tuzlu hale gelmeye başladı. Tabii sefer sayısı artınca “eski” alışkanlıklara dönüş de başladı : Dün gece 23:30 rahat hattıyla geldim, servisleri yarım saat kaldırmadılar, 00:00 rahat hattıyla gelenlerle beraber gittik. E birader o zaman ben niye yarım saat önce otobüse bindim, salak mıyım? Yarım saat daha evimde oturur öyle binerdim otobüse. İki kuruş servis masrafından kaçınacaksan, yarım saat arayla koyma otobüsleri, 23:59 ve 00:00 diye iki araç kaldır aynı saatte, kandırma biz zavallı yolcuları. Ya da tek araç kaldır, olduğu kadarıyla yetin. Sefer sayısı artması bununla kalmadı tabii — bir de yer kayması olayı var. Bir yolculukta önceden güzel güzel biletimizi aldık, otobüse bir bindik yerimiz değişmiş, bir ön çift koltuktayız! Nasıl olur yav dedik, bilete baktık, doğru gözüküyor. Herhalde yanlış aldık dedik, kahrolduk. Bir sıranın ne önemi var diyeceksiniz, kayma sonucu önünde demir olan ve o yüzden daracık bir yer olan orta kapının tam arkasına düşerseniz önemi oluyor efendim. Dönüşte bilet alırken farkettik ki, yine aynı numaralar bu sefer almak istediğimiz koltuğa karşılık geliyor. Ne oluyor yav diye müşteri hizmetlerini aradığımızda artık biri büyük biri normal iki tip rahat hat otobüsü olduğunu öğrendik. Anlaşılan o ki bizim aldığımız sırada küçük olan otobüsü dolunca büyütmeye karar vermişler, bizi de demirlerle kucaklaştırmayı umursamamışlar. Damlaya damlaya okyanus olmasından görünen o ki, Kamil Koç rahat hattının da bizim için miyadı dolmaya başladı.

Eee… şimdi nereye çufçufluyoruz? Kim bilir…

Memat | 4 Yorum »
 

Kavurma mı dedin? Al sana kavurma!

26 Haziran 2008 Perşembe, 15:33

Dün Ankara’daki öğleden sonra sıcağına vızvızlanırken belamı buldum :). Acilen İstanbul’a gitmem gerekti, sabah 5’te otobüsten inerken beni nem kokulu sıcak bir hava karşıladı. Sabahın 7’sinde ise oturduğum yerde terlemeye başlamıştım bile. Kim derdi ki daha birkaç saat önce Bolu yakınlarındaki mola yerinde üşüyordum…

Günün ilerleyen saatlerinde zaten vıcık vıcık bir hale geleceğim ama esas gece var : Kıl kıpırdamayan nemli bir gece gibisi var mı uykusuzluk ilacı olarak? :/

Memat | Yorum Yok »
 

Penguen kavurması

25 Haziran 2008 Çarşamba, 18:16

Bugün kafayı öğleden sonra dışarı uzatmamış olmama karşın resmen kavurma oldum. Önce piştim, sonra buharlaşır gibi oldum. İçeride ısı bir ara 28 dereceye kadar yaklaştı, dışarıda güneşin alnındakilerin halini düşünmek bile istemiyorum. Bir de nemli memleketlerde yaşayanlar var ki, onlar zaten kategori dışı.

Sen misin geleneksel Mayıs-Haziran tatilini atlayan… Temmuz bangır bangır geliyor valla.

Memat | 1 Yorum »
 

Bahtsız pırasanın hazin sonu

12 Nisan 2008 Cumartesi, 17:20

Mevsimi biterayak ben pırasayı hatırladım. Daha doğrusu kendisiyle deneyler yapmaya başladım. Gelecek kışa şimdiden hazırlık :). Kabak yemeyi çok seviyoruz, kışın da bulunuyor elbette ama aynı lezzette ve ucuzlukta olmuyor, biraz daha kış sebzeleri ile çeşitleme yapmak gerek.

Pırasanın bir-iki kere sıcak yemeğini yapıp ısındıktan sonra, fırında mücverini yapmayı deneyeyim diye iki kilo pırasa aldım hafta başında. Ancak aynı gün buzdolabını eritirken unu içinde bulunduran kese kağıdı ambalajı sırılsıklam olunca pırasalar belirsizliğe sürüklendiler. Yine yemeğini yapayım dedim, iki kilo pırasadan dünya kadar yemek çıkar, yiyip bitiremeyiz, daha geçen hafta yedik diye düşündüm.

Başka yemekler yapıldı, yendi, pırasa öyle kendi başına buzdolabının derinliklerinde beklemeye devam etti. Artık iyice tazeliğini yitirmeden bir şeyler yapmalıyım diye internette tarif ararken “pırasa köftesi” kavramıyla tanıştım.

Pırasa köftesi yapmak için temel olarak pırasayı kıymaya katıp köfte yapıyorsunuz, kızarttığınızda da kadınbudu köfte benzeri bir tat elde ediyorsunuz. Neden “temel olarak” diyorum, çünkü ortada çok farklı malzemeler kullanılan pırasa köftesi tarifleri var. İçine soğan, sarımsak koyan mı istersiniz; kaşar rendeleyen, patates katan mı… Malzeme kullanım oranları da çok acayip — pırasanın yarısı kadar kıyma koymak gerek diyen de var, iki sap pırasaya yarım kilo kıyma kullanan da. Sabit olan üç noktadan birini zaten harcamaya niyetliydim, kızartmak yerine ızgara yapacaktım.

Sonunda içinden çıkamayıp eeeeh sayıyla mı verdiler, eldeki malzemeler ışığında kafama göre yapıyorum dedim. 2 kg pırasayı ince doğrayıp, haşlayıp, sonra suyunu süzdükten sonra öldüresiye suyunu sıktım. Suyunu sıkarken zaten “halkalık” bir tarafı kalmadı, sanki rendeden geçirilmiş gibi oldu, geriye kuş kadar bir pırasa kaldı zaten — ufak çaplı bir ıspanağın pişince küçülmesi efekti yaşadım. Eldeki kıymaya baktım, yav pırasa da az çıktı diye düşünürken, olduğu kadar olduğu kadar, hadi bakiim şeklinde işime devam ettim. Ona 400g kıyma ve bol doğranmış maydanoz katıp, iki yumurta kırıp, tuz ve karabiber ekleyerek iyice yoğurdum. Bir tanesini elde köfte haline getirip pişirdim — çok acayip bişi çıkacaksa, yol yakınken başka malzemeler de ekleyeyim diye (feci aç olmamın da etkisi var tabii).

Tuzunun az gelmesi dışında tadı… bildiğimiz köfte yav! Yok yani gerçekten normal köfteci köftesi gibi. İçinde ne ekmek var, ne un, ne köfte baharı, hiçbişi yok ama tadı neredeyse aynı. Hayal kırıklığı ile güzel olmuş arasında gittim geldim, hala o karmaşık duyguları yaşıyorum. Pırasa tadı almayı, değişik bişiler yiyor olmayı bekliyordum — havamı aldım. Öte yandan bu kadar belirsiz bir tarif topluluğunu yapmaya çalışırken yenmez bişi çıkmasını bekliyordum, öyle olmadı, bayağı yenable, güzel bir yiyecek oldu. Kadınbudu, mercimek gibi farklı köfte türlerini saymazsak; ilk başarılı ızgara köfte çalışmam olarak bile tarihe geçebilir :).

Tuzunu tamamlayıp yapmaya devam ettim, yarı yolda yav bir kısmına da kaşar ekleyeyim, nasıl olur diye düşündüm. Bir işaret olsa gerek, taze kaşarı buzdolabında bulamayıp bittiğine karar verip bir sonraki günkü market alışverişime ekledim (o gün kendisini bulmamla beraber siparişe eklediğime bol bol küfrettiğimi tahmin edebilirsiniz).

Bir dahaki sefere daha çok pırasa, daha az kıyma ile denemeyi düşünüyorum. Eğer standart köfte tadından vazgeçiremezsem kendisini, kimyon, köfte baharı gibi eklentilerle alternatif bir köfte tarifi olarak kullanmak da mantıklı olabilir. İçinde ekmek olmayan ama hiç eksikliğini hissettirmeyen bir köfte tarifi de fena değil ne de olsa.

Bir de şunu düşünmek gerek… pırasa, sen ekmek durumuna düşecek sebze miydin? :)

Yimmek | 3 Yorum »
 

Bahaaaaaar

12 Nisan 2008 Cumartesi, 16:38

Bu haftasonu beklediğim bir bahar gelmedi ama diğeri geldi. Hava o kadar güzel ki. İlk defa şöyle ağız tadıyla bahçe keyfi yapıyorum — açtım şezlongu, uzattım ayakları, tıkırdatıyorum klavyenin tuşlarını. Aslında kitap okuyacaktım ama günlüğüme kaç gündür yazmadığımı farkedince önce bişiler çizittireyim dedim.

Kuşlar ötüyor, hafif bir esinti var, hava çok sıcak da değil. Üstelik sürekli azar azar yağmur yağıyor. Uzun zamandır bu kadar tatlı yağmurlu bir ilkbahar geçirdiğimi hatırlamıyorum Ankara’da. Son 2-3 haftadır toprak kurumadı desem yeridir.

Dün arkadaki erik ağaçlarının da çiçek açtığını görünce iyice aydınlandım. Esas şenlik vişne açınca olacak, tomurcukları beyazlanmaya başladı bile (tomurcuk da ne güzel bir kelimedir bu arada). Bu sene ağaçsal açıdan çok farklı geçiyor. Yan komşu tüm ağaçlarını çok sağlam budadı. Ne kiraz, ne de kayısı var bu sene diye düşünüyordum… Kayısı azıcık dalıyla bile yine çiçek açmayı başardı. Gerçi bize düşmez tabii o kadar az olunca, mahallenin çocuklarından.

Komşu ağaçlarını budayınca, olan bizim heybetli çam ağacına oldu. Kayısı ağacı ile içiçe geçmiş şekilde yaşıyorlardı. Kayısı ağacına yakın olan kolları büyüyememişti ve olay kayısı ağacından dolayı hiç çakılmıyordu. Şimdi bizim bahçede istediği gibi at koşturan tarafı her zamanki heybetinde gözükürken, diğer tarafı dımdızlak kalmış durumda — kocaman palabıyıklarının sadece bir tarafı makasla kısa kesilmiş biri gibi duruyor zavallım.

Az önce Didem’le klasik “bahçeye çim ekelim”, “neeaaaa hayatta olmaz, çim çok su ister ve bakım ister, ne gereksiz bişidir” diyaloğumuzu yaşadık. Evet, o çim düşmanı benim :). Gıcığım bitkiye. Sürekli ilgi beklemesinin (kesilmesi) yanı sıra sürekli su içiyor. Aksi gibi Ankara’da şehir içindeki tüm boş topraklara çim ekiyorlar. Ondan sonra ağlarlar tabii suyumuz yok, kuraklık var diye. Tankerlerle sürekli su taşıyıp suluyorlar onları. O kadar harcanan suya ve insan gücüne yazık… Madem o kadar kaynağımız var, ağaç dikseler, tarım yapsalar. Sırf görüntüye bu kadar harcama yapacak kadar lüksümüz var mı yav. Dellendim yine :)

Neyse, daha güzel şeylere dönelim… Bak parktan da ne güzel canlılar geçiyor >8-)

Memat | 1 Yorum »
 

Geocities de Kakashi’ymiş

05 Nisan 2008 Cumartesi, 14:05

Kaç zamandır (birkaç hafta oluyor herhalde), arama motorlarında bulduğum geocities bağlantılarına bağlanamıyordum. Önce geçici bir problem zannettim, sonra zaten fi tarihinde ünlü olmuş bir servisti, herhalde kapattılar dedim. Çoğu zaman oradaki bilgilere başka bir yerlerden de ulaşabildiğim için çok hayatımı sekteye uğratmadı. Geçen gün bir e-posta listesinde geocities’den güncel bir bağlantı görünce içime kurt düştü, acaba bir “yassak” durumu mu söz konusu diye… Youtube gibi herkesin sürekli kullandığı bir site değil ki, genelde 7-8 sene öncesinden kalma web siteleri duruyor orada, millet umursamamıştır. Proxy arandım, bir tane çalışan buldum, ve evet… geocities aynen yerinde sapasağlam duruyor; biz zavallı Türkiye vatandaşları ona bağlanamıyormuşuz.

İnsan bir “Şu mahkeme kararıyla, şu nedenle yasaklanmıştır” falan yazar. Hem neden bağlanamadığımızı bilelim, öğrenmiş olalım. Kendimi çok acayip hissettim. Devlet beni kandırıp, internetin o kısmını benim için sildi haritadan resmen. Ciddi ciddi sitenin kendisi artık yok zannettim. Bağlanamıyor olmak bir problem, bağlanamıyor olduğunu bile bilmemek başka bir boylam…

Gezegen | 4 Yorum »
 

Kabak çorbası

01 Nisan 2008 Salı, 20:28

Kabak çok sevdiğimiz bir arkadaşımız. Hele dolması… miyammm. Ne’li dolma mı, etli efenim, etli. Dolmanın öntanımlısı etlidir, zeytinyağlı olanlar özellikle zeytinyağlı olarak belirtilmelidir. Hatta mümkünse o kadar zahmete katlanmak yerine etlisi yapılmalıdır >8-)

Çorba da sevdiğimiz bir arkadaşımız. Ama ne yazık ki kendilerini yapmakla aram çok iyi değil, genellikle kıvamını tutturmakta zorlanıyorum. Yapabildiğim bir domates çorbası var(dı).

Portakal ağacı‘nda yapabileceğim bir kabak çorbası tarifi görünce çok sevindim. Genelde sebze çorba tarifleri pişince kan şekerini oynatan patates ve havucu içeriyor, bunda yok. İçinde un bile yok! Sadece süt, soğan, sarımsak, kabak ve nane… Hepsi birbirinden masum yiyecekler. Tarifin altındaki kıvamın tutmadığı yorumları biraz umut kırıcı olduysa da, sonucun güzel olabilmesi umuduyla atladım. Zaten kıvam tutmazsa bu sefer benim diil, tarifin marifeti olacaktı :)

Robotlanmış 4 diş sarımsakla 2 orta boy soğanı ağır ateşte olabildiğince uzun kavurdum. Robotlanmış 2 kg kabak, 1 litre süt, tuz ve karabiberi ilave edip el blender’ından geçirdim. Kaynadıktan sonra yarım saat pişirdim. Limonla çırpılmış bir bardak yoğurdu ilave edip, tekrar blender’dan geçirip, birkaç dakika daha pişirdim. Naneyi ince ince doğrayıp, çorbayı kaselere aldıktan sonra isteğe göre üzerine serptim.

Valla enfes oldu… hem de daha kabağın mevsimi bile diil. Kabakların güzelleşmesini iple çekiyorum :)

Yimmek | 4 Yorum »
 

Bahar geldi, boş geldi

30 Mart 2008 Pazar, 17:27

Aslında bahar havası çok önce gelmişti, hatta inanılmaz biçimde taa Şubat ayında. Kısa kollu tişört ile gezmiş, ılık rüzgarın beni kavramasını hissetmiş, sürekli Mart’ın kapıdan baktırmasını beklemiştim. Şaşırtıcı biçimde olmadı.

Son yıllarda benim için baharın gerçek habercisi, saatlerin bir saat ileri alınması oldu. Bir anda havanın bir saat geç kararmasında insanda bu kadar mı güzel duygular uyandırır… Bir de yarasa olacağım :)

Saatlerin ileri alındığı bugünün sabahında kararmış bir havaya kalkmayı beklemiyordum doğrusu. Karanlık havayı yağmur ve şimşek izledi. Kısaca bu saat ileri alınmasında havamı aldım :). Olur da insanların akılları başlarına gelirse belki de son saat ileri/geri alınması olacak.

Memat | Yorum Yok »