Breaking the … what?
15 Temmuz 2008 Salı, 18:49Evet, Judas Priest geldi Türkiye’ye. Üstelik 70’lerden gelen diğer gruplar gibi farklı bir kadro ile değil, 35 sene önceki ilk albümlerindeki ekibin 5 kişisinden 4’ü yerli yerinde duruyor. Farklı olan davulcu da 18 senedir aynı adam.
Genelde konserlere çok gitmiyorum. Sevmediğimden değil aslında, çok severim konserleri. Dumanaltı ve iç karartıcı mekanlarda olabiliyorlar (ör: Saklıkent). Konser başlayana kadar bir sürü abuk ön grup seyretmek gerekebiliyor. Tüm konser ayakta olmana karşın sahnedeki adamı doğru düzgün göremeceğin biçimde tasarlanmış bir mekanda olabiliyorlar. Fiyatları da alacağım keyfe oranla çok uçuktur.
Judas Priest bunların hepsini bir kenara attı. Taa Mart ayından aldık biletleri. Yaz sıcağında İstanbul mu… vız gelir efem! Judas bu. Adamlar ölmeden, dağılmadan ne zaman göreceğiz ki bir daha…
Konsere gidiş oldukça eğlenceliydi. İstanbul’a bir-iki gün önce gelip, sonra gidecek olmamdan dolayı Ankara’dan kalkan 44 kişilik otobüs tayfasına katılamadım ama Kuruçeşme’ye giden vapurdaki insanları izlemek de çok keyifliydi. Kılları ağarmış bir sürü insan uzun zamandır bekledikleri bir fırsata doğru yolculuk ediyorlardı. Bir taraftan da yarın sabah kalkıp nasıl işe gideceğiz diye düşündüklerine eminim :)
Konser tam zamanında başladı, çok şaşırdım. Yeni nesil besili kardeşim, 1.82’lik boyumla kendimi cüce gibi hissettim. 4-5 cm yüksekliğinde bir çıkıntının ve ayak parmaklarımın ucuna çıkmama rağmen zar zor izledim konseri. Bekliyordum ama bunu :)
Valla amcalar formlarından hiçbişi kaybetmemişler. Üstelik Rob Halford’ın sesi bile hala canavar gibi çıkıyordu. “Painkiller” albümünden 3 parça çalıp, favori albümüm “Sad Wings of Destiny”den tek bir parça çalmadılar ama yine de parça seçimleri iyidi (hem Painkiller’ı da severim). Yeni albümlerini fazla abartmadılar.
1 saat 40 dakika kısa geldi bana, insan bi bis’e çıkar, Avrupa turnesinin son durağı olmanın dayanılmaz hafifliği olsa gerek. Klavyeci (Don Airey) yoktu, klavyeleri banttan verdiler herhalde, ayıp yav. Klavyesiz çalsaydınız, biz kınamazdık :). Davulcu sticklerini sürekli havaya atıp yere düşürüp durdu çalarken. Birader madem tutamıyorsun, niye kasıyorsun ki :). Zaten senin dışındakileri doğru düzgün göremiyorduk (davulcu üst platformda), onda da bari bunu görüp görüp gülmemiz gelmeyeydi. Bunlar ufak tefek zımbırtılar tabii, işin tadı tuzu.
Ama konserin tuzunu erojen (erosenin) bölgelere kaçıran o soundboard’ın başındaki ileri zekalıydı. Ya insan davulun sesini bu kadar yüksek mix eder mi?! Davulun sesi o kadar yüksekti ki, davul azdığı zamanlarda başka hiçbir enstrümanı, hatta solistin sesini ayırt etmekte zorlandım. Parçaların çoğunu ezbere bilmiyor olsam, hiçbişi anlamazdım. Tamam yani stüdyo kalitesi beklemiyorum ama o kadar yüksek bir davul sesi ancak vücuda masaj yapmaya yarıyor. Yazık yav… O kadar da güzel çaldı adamlar oysa ki, sadece biz duyamadık :(.
İlkay’la bu muz kabuğundan sonra hızımızı alamadık, evde adam gibi müzik dinledik. Bir Defenders of Faith, bir Court of the Crimson King, üzerine de bir Leftoverture plağı anca kesti bizi.
Musiki | Yorum Yok »