Öyle bir seyir defteri…

“Şaşkın Bakışlı Kız”a Veda

18 Temmuz 2010 Pazar, 19:52

O günlüğü hafta içinde yazmalıymışım…

Hiç siyah-beyaz kedileri sevmezdim. Bana çirkin gelirler, grimtrak (tekir) kedilere daha sempatiyle bakardım. Daha sonra Ceviz (klasik tekir erkek) ve Fincan (siyah-beyaz dişi) geldiler, algılarım tamamen değişti.

Birileri Haziran başında onları bir kutuda yandaki boş araziye bırakmış. Ceviz bahçede ağaçtan ayağımızın dibine düşerek bizimle tanıştı. Fincan da hemen onun arkasından yanımıza geldi. Yemek versek derken, bir baktık ki evin içine almışız.

Kafamızda ardı arkası kesilmeyen soru ve endişelerin hepsi boşa çıktı. İki kedi besleyen birçok arkadaşımızdan kedilerin birbiriyle anlaşamadığı, birinin diğerini dövdüğü, kıskançlık yaptığı gibi dinlediğimiz bir dolu öykü vardı. Bu ikisi ise, sürekli birbirleriyle oynayan, uyumlu kediler. Kısa süreler dışında birbirlerinin dibinden neredeyse hiç ayrılmadılar. Biz onlara, onlar da bize kolayca alıştık. İki küçük kediyle yaşamanın bu kadar rahat ve ağrısız olabileceğini hiç düşünmemiştik.

Ceviz bişi istediği zaman kafa ütülemeden miyavlarken, Fincan’sa genellikle “küçük” şeylerde sessiz miyavlayıp (ağzını açıp miyavlarmış gibi yapmak) ancak önemli bişiler olduğunda sesli miyavlıyor.

Arsızlık ve kapris de pek yok. İkinci gün onları kaptığımız gibi veterinere gittik. Evin dibinde bir sürü veteriner olmasına karşın, “olmaaz, güvendiğimiz veterinere gidelim, kedi bilgimiz — hele yavru kedi bilgimiz çok paslandı” düşüncesiyle araçla yarım saat yol kat ettik. Kedi sepeti olmadan, kucakta o kadar yolculuk yaptılar. Aşı sonrasında ise “bana acı çektirdin” diye bize kızmadılar.

Aşılar nedeniyle neredeyse haftalık yaptığımız veteriner ziyaretleri Ceviz’le Fincan rolleri değişiyorlardı. Fincan Hanım giderken susmadan ciyaklarken, Ceviz uslu uslu oturup ancak Fincan ortalıkta dolanmaya başlarsa pimpirikleniyordu.

Tuvalet problemi de pek olmadı (boyları yetmediği için pencereden çıkamadıkları bir-iki seferi saymazsak), hatta içeride kalacakları zamanı düşünerek aldığımız kedi kumuna da kendiliklerinden yaptılar. İlk zamanlar bir yerlere çıkmak için zıplayıp, tırnaklarla tutunup kendilerini yukarı çekme sahneleri bana sık sık 90ların başındaki “Prince of Persia”yı hatırlattı.

Onlara isimlerini bulmamız uzun zaman aldı. -ket ile biten sözcükler (dis-ket, mis-ket, bas-ket, vb) kullanmamak için gerçekten uğraştık. Geçen 10 gün ve düşünülen, hatta araştırılan birçok isimden sonra Ceviz ve Fincan oldular.

Tahminimiz o ki, evde büyüyüp yetişen, sahiplerinin kısırlaştırmaya “gönülleri elvermediği” bir ev kedisi doğurdu. İki ay kadar onlara baktıktan sonra da, “kendi başlarının çaresine baksınlar” diye sokağa kondular.

İnsanlar kedilerini “evcilleştirmeye” çalışırlar, bizlerse yabanileştirmeye çalışıyoruz :). Kendi başlarının çaresine bakabilip, hayatta kalabilsinler diye. O kadar ev kedisi olarak büyümüşler ki… Dışarıda hava güzel, bahçe var, ağaçlar var, çevrede diğer kediler var ama onlar biz evin içindeysek evden çıkmıyorlar. Onlar da dışarı çıkıp, biraz çiçek-böceğe alışsın diye özel olarak bahçede oturduğumuz birçok zaman oldu. Son veteriner ziyaretinde çevredeki (mülayim) büyük kediye tıslayıp, “yaklaşmaaa” diye sinirlenince ikisi de, resmen bayram yaptık.

Anlatacak o kadar çok güzel ayrıntı var ki… Ama bu kadarını bile zor yazdım.

Dün akşam saatlerinde yolun karşısına geçip gittiği parkta köpeklerden kaçamayan Fincan aramızdan ayrıldı. Görünen o ki, daha fazla hayatta kalmayı öğrenmeye zamanı yetmedi. Ceviz ise saatlerce onun son bulunduğu yerleri koklayıp, onu aradı.

Fincan, kısa hayatının 1.5 ayını bizlerle paylaştığın için çok teşekkürler. Daha büyümüş halini ve büyüdüğünüzde de Ceviz’le hala bu kadar ayrılmaz bir ikili olup olmayacağınızı görmeyi çok isterdik. Sessiz miyavlamanı, siyah-beyaza boyanmış vücudundaki pembe burnunu, tavşan ayaklarını, yer yer pembe ayak parmaklarını çok özleyeceğiz.

Ceviz için yalnızlık zor olacak, durmaksızın beraber dolaşıp oynuyorlardı. Bizden önceki hayatlarında da büyük olasılıkla hiç ayrılmamışlardı. Canı sıkıldığında ya da oyun oynamak istediğini ne yapacağını bilmiyor olacak.

En azından ilk gecenin sonunda kol ve bacaklarımızdaki çizikler öyle söylüyor…

Memat | 2 Yorum »
 

Yılın son karadutu

16 Temmuz 2010 Cuma, 21:36

Karadut çok sevdiğim bir meyva. Ağaçta ya da ağaçtan toplandıktan sonra çok kısa süre içerisinde yenmesi gerekmesi nedeniyle kilolarca alıp yenemiyor.

Bu sene bol bol karaduta doydum. İstanbul’a yolum düştüğünde Kadıköy’deki Şifahane’de karadut suyu içtim. Pazara yolum düştüğünde karadut aldım. Annemlerin evinin bahçesindeki küçücük dutları olan ters karadut ağaçlarını silkeleyip gazete ile toplayıp kaşık kaşık yedim. Hele buzdolabında soğuduktan sonra o kadar lezzetli oluyorlar ki…

Yaz ayları meyvaların resmi geçidi gibi… Biri bitiyor, biri başlıyor. Geçen haftalarda karadut yavaş yavaş yerini beyaz duta bırakmıştı. Didem’le rolleri değiştik (ben karadut, o beyaz dut daha çok sever), dutları o yemeye başladı, ben de dut mevsimini kapattım.

Ta ki bugün pazarda hoş bir sürprizi bizi bekliyor bulurken. Dutçudan her zamanki gibi beyaz dut ve böğürtlen almaya gittiğimizde bir de ne görelim, karadut! Dedim ver, hemen ver, bir kilo ver… Baktım, az gözüktü gözüme iki olsun dedim. Bozulmayacağını bilsem, kalanlara da sulanacaktım (toplam 4 kilo getirmiş) ama zaten sulanamazmışım; kalan iki kilosunu bir kanser hastası rezerve etmiş.

Akşama kadar buzdolabında biraz soğutmaya çalıştım ama tamamen soğumadı tabii, yine de dayanamayıp (bozulacaklar korkusuyla) akşam saatlerinde saldırdım. Benden çıkan endoorgazmik sesleri duyan Didem de bir tadına bakayım dedi, beyaz dut tercih eden Didem de bir anda kendini içi bayana kadar karadut yer buldu. Bir kilo (hatta belki daha fazlası) 10-15 dakika içinde tükenmişti bile.

Yarın bekle geliyorum, kalan bir kiloyu da yiyceeem…

Yimmek | 4 Yorum »
 

Pazartesi gününden pisi güncellemesi

16 Temmuz 2010 Cuma, 15:54

Gerek konuyla ilgili ilk günceden okuyanlardan, gerekse de LKD genel kurulu sırasında benim evimde missafir olup kendileri ile tanışanlardan yoğun bilgi talepleri doğrultusunda; uzun uzadıya yeni iki sakinimizle ilgili gelişmeleri anlatan bir yazı yazacaktım.

Ancak bir türlü fırsat bulamıyorum, en azından siz o yazıyı beklerken haftabaşında çektiğim bu fotoğrafla kendilerinin ne kadar büyüdüklerini anlatayım dedim.

Memat | Yorum Yok »
 

Bir siteyi bakıma almak

12 Temmuz 2010 Pazartesi, 21:02

Genellikle gelişmiş web yazılımların çoğunluğu bir “bakım modu” içeriyor. Yönetim panelinden siteyi bakıma aldığınızda, kullanıcılar bağlandıkları zaman siteye şu anda bakım yapıldığı, daha sonra tekrar denemelerinin rica edildiği bir sayfa ile karşılaşırlar. Site yöneticisi ise bu sırada sitede istediği çalışmaları yapabilir. Böylece kullanıcının hoş olmayan hata mesajları ile karşılaşması ya da tam işlem yapılırken verilerin değişmesi ya da yeni veri girmesi engellenmiş olur.

Eğer kullandığınız bu tür bir yazılım değilse ya da basit bir web sitesi ise; aynı işlevi bir htaccess dosyası ile de sağlayabilirsiniz. Ziyaretçileriniz için cici bir bilgilendirici sayfa hazırlayıp, başka bir web sitesine yerleştirebilirsiniz. Daha sonra da bakıma alacağınız web sitesinin köküne aşağıdakileri içeren bir .htaccess dosyası koyun:

order deny,allow
deny all
allow aaa.bbb.ccc.ddd

ErrorDocument 403 http://baskabirsite/bakim_yapiliyor.html

Burada aaa.bbb.ccc.ddd, sizin bağlandığınız IP adresi olacak ve herkes siteye bağlandığında bakim_yapiliyor.html sayfasını görürken; kendi bağlandığınız IP adresinden sitede istediğiniz gibi fink atabilirsiniz.

Tabii aynı anda yüzlerce kişinin paylaştığı bir IP adresiyle bunu yapmamakta fayda var ;-)

Gezegen | Yorum Yok »
 

Yeni tost makinasının öyküsü

11 Temmuz 2010 Pazar, 11:39

Tost makinası benim için mutfağın en önemli araçlarından biri. Esas olarak tost yapmak için değil, ekmek ısıtmak için kullanıyorum. Sabah kahvaltıda da tam buğday ekmeği yediğimizden, kendilerinin de tadı sıcakken güzel olduğundan, her gün kullanıyorum. Tabii eski gözdelerimden (hala eve gelen ziyaretçiler tarafından ısrarla istenen), bazlamada kaşarlı sucuklu tost için de gerekli olduğunu unutmamak gerek :)

İşe büyücek bir tost makinası ile başlamıştım, gerçekten ağırlıklı olarak tost makinası olarak kullanarak. 6 sene önce yemek yeme düzenimi değiştirince, makinanın işlevi ekmek ısıtmaya dönüştü. Mutfakta kocaman bir tost makinası anlamsız hale gelmeye başladı. Üstelik büyük tost makinaların asıl amacı tost yapmak olduğu için, ekmek ısıtırken fazla bırakırsan ekmeği eziyordu. Ben de elimdekini yeni kendi evine taşınan bir arkadaşıma hediye ederek, küçük bir tost makinası aldım.

Küçük tost makinası hem hafif, hem az yer kaplıyor, hem de işimi görüyordu. Problem oydu ki, fazla küçük bir model olduğu için, ızgaralarını değişebilir yapmamışlardı. Bir süre sonra ızgaraları çizildiği için atıp yenisini almak zorunda kaldım. Aldığım sıradaki yeni modeli (Arçelik) hem estetik açıdan orantılı, hem ızgaraların hafif çukurluk olması nedeniyle kalın tostları da yapabiliyordu, üstelik çizildikçe ızgaralarını yenisini alıp değiştirebiliyordum. Hatta artık masaya taşıyıp ekmekleri sıcak tutup, anında çıkartıp yemeye bile başlamıştım. Hayat güzeldi :)

Daha sonra bir gün “o” tost makinası düştü ve kırıldı… Nolcak canım yenisini alırız dedik (gerçekten ucuzdu da), hemen yakındaki Arçelik dükkanına gittik ve havamızı aldık. Artık “yenisi” çıkmıştı. Onun gibi estetik değildi, üstüne üstlük açma-kapama düğmesi yoktu! Satıcı “fişe takıp çalıştırıp, daha sonra fişi sökerek kapatabilirsiniz” diyordu (hadi canım! inanmam!). Küçük model kullanan insanların bir açma-kapama düğmesine ihtiyaç duymayacağına karar vermişler. Dakikalarca tartışmam bir anlam ifade etmedi doğal olarak, hışımla gidip başka markaların modellerini gezdik; hepsi sözleşmiş gibi açma kapama düğmelerini kaldırmışlardı. Kaç kuruş kâr etmiş olabilirsiniz ki… İnsanların ucuz olduğu için değil, gerçekten daha çok sevdikleri/işlerine yaradığı için küçük tost makinası alıyor olabileceklerini o küçük beyinleri düşünememişti.
Diğer markaların daha da kötü olduğu için; büyük tost makinaları da çok büyük ve ağır olduğu için yine gittim Arçelik aldım ama kullandığım süre boyunca o açma-kapama düğmesinin kaldırılması fikrini üreten ve uygulayan insanlara beslediğim güzel(!) duyguların onlara bir şekilde ulaştığını umuyorum. Geçenlerde o da bozuldu… tahmin edin neden? Sürekli fişini söküp/takmaktan dolayı kordonu temassızlık yapmaya başlamıştı, fişe taktığımda elektrik atlaması yapıp tüm evin sigortasını attırdı (açma-kapama düğmesine ne gerek var canım!). Ben de kendisini hurdacıya verdim.

“Bu sefer kesinlikle Arçelik almayacağım, iki kuruş fazla para vereyim, servisi zor bulunan pahalı bir marka olsa da razıyım; ya da ızgaralarını değişmeyen çok uyduruk bir marka alayım, atar yenisini alırım” deyip araştırmalara giriştik. Giriştik girişmesine de, durum hiç iyi gözükmüyordu. Didem’in özellikle aklında Fakir vardı ama ne onun ne de diğer pahalı markaların küçük modelleri yoktu, olağan markaların küçük modellerinin hepsi birbirinden çirkin görünüyordu (Arçelik de kendisini aşarak daha kötüsünü yapmayı başarmıştı). Gerek fiziksel olarak, gerek İnternet’te bir sürü dükkan gezdim. İnat ettim, 15-20 gün tost makinasız kaldım; “acilen” yenisini almadım. Sonunda pes ettim…

Diğer modeller kötü de görünüyor (her gün mutfakta göreceğim o aleti), ucuz da değil, üstelik yakında servisleri de yok. Arçelik almamak gerçekten anlamsız olacaktı, yakındaki Arçelik dükkanına gittik. Parasını içim kan ağlaya ağlaya ödedim… Ama stokta görünen makinayı depoda bulamadı satıcı. Bir başkası satıp stoktan düşmeyi unutmuş. Çevredeki iki dükkanı daha aradı, onlarda da yoktu. Vitrindekini vermeyi önerdi, kabul etmedim, geri iade alıp çıktık. Üç dükkanda birden olmaması bir işaret olmalı düşüncesiyle, bir tur daha dolaştık. Bu sefer Sinbo’nun küçük ve uyduruk ama nispeten düzgün görünüşlü bir modeline “razı oldum”. İstediğim renginden yoktu (tek tek tüm kutuları açtık, çünkü üzerine bir etiket yapıştıramamışlar renginin ne olduğunu söyleyen), başka bir rengi de kabullendim ama teflonlarında deformasyon olduğunu farkettik. Diğer kutulara baktık, hemen hepsinde aynısı vardı. Bırakıp kös kös çıktık…

Çaresizlik içinde yakında bir Arçelik dükkanı hatırlayıp, ona gitmek için alışveriş merkezinin o katına indim. Bir de ne göreyim, bir Fakir dükkanı. Daldım içeri, şunu şunu istiyorum dedim… Yoktu tabii. Diğer modellerine baktım, Persa isimli bir modelini gördüm. Biraz fazla yer kaplıyordu (orta boy model denebilir) ama beklemediğim özellikleri vardı: Isıtma derecesi ayarlanabiliyor, daha da önemlisi kapağının ne kadar yüksekte duracağına kademeli bir ayarı vardı (yüksekte/alçakta gibi ızgara/tost ayarı değil) ve tostun ne kadar ezileceğini ayarlayabiliyordun. Hafif bir eğimi vardı, kirleri ve yağları toplayabileceğin sökülable/takılable bir toplama kabı. Hiç de ağır değildi, hafif bile sayılırdı, ekmek ezme derdi de yoktu. 100 kaattı ama değer dedim, Didem arabayı park edemediği için gelemedi bakmaya; tamam dedim yine de alıyorum… Tam paketlerlerken “ızgaraları değişiyor mu” diye sordum… Hayır dediler, ama nasıl olur diğer modellerin ızgaraları değişiyor dedim. “Evet ama bunun değişmiyor ama değişen modellere göre çok daha kaliteli ızgaraları, kolay çizilmez” (yeme beni corç) dediler. Diğer modellerse bu özellik bileşimine sahip değildi. Çökmüş bir halde çıktım… Gittim Arçelik dükkanına, küçük modelden orada da ellerinde yoktu (bir sürü başka saçma sapan model vardı). Eh dedim, artık kesin almamalıyım Arçelik bu kadar işaretin üzerine deyip kös kös eve döndüm.

Evde İnternet’te bakınırken, Hepsiburada’da aynı ürünü gördüm. Fakir dükkanında 100 TL olan, orada 80 TL’ydi (üstelik n taksit); Didem’in de gaz vermesiyle, tamam ya ızgaraları giderse yenisini alırım, öf ya — diğerleriyle çekeceğim derde değmez deyip sipariş verdim.

Geldiğinde ise başka bir dert beni bekledi, kutusundan çıktığı gibi fabrika hatası, aletin ısı göstergesi 360 derece turluyordu. Kılavuzdan tam anlaşılmıyordu böyle olup olmaması gerektiği. Servisi aradım, bir sorun olduğunu teyit edince de götürdüm. Bir-iki gün de öyle gecikti ama sonunda muradıma erdim:

Fakir Persa Tost Makinası

Üstte saydığım bilumum güzelliklere, ek olarak tost makinasının altının da ısınmadığını farkettim; böylece sıcakken de fişi sökülüp kolaylıkla taşınabiliyor (ısınmış ekmeği sıcak tutma amaçlı).

Izgaraların değişmemesinin yanı sıra iki beğenmediğim tarafı var. Biri kordonunun çok kısa olması. Büyük olasılıkla kalabalık yapmasın, altındaki kablo toplama yerine sığsın diye kısa tutmuşlar ama biraz kullanışsız hale getirmiş eğer prize çok yakın bir düzeneğiniz yoksa.

Diğeri ise, ışıklarının alışıldık olmaması. Bir tane fişe takılı ışığı var, o sürekli kırmızı yanıyor ama o sırada çalışmıyor tost makinası. Çalışırken yeşil ışığı yanıyor ve belirli bir dereceye ulaştığında (ya da kapalı olduğunda) ışık sönüyor. “Fişe takılı ışığı” koymak çok aptalca bir tasarım bence. Onun yerine çalıştığı zaman kırmızı yansa (ısıtma anlamında), istenilen ısıya ulaştığında yeşil yansa (işlem tamam tadında), hiç açık değilken de hiçbir ışık yanmasa çok daha başarılı olurdu.

Yine de toplamdaki özellikleri nedeniyle şu ana kadar kullandığım en iyi tost makinası ilan ediyorum kendisini. Aynı zamanda ızgara tabii ama o kısmı benim ilgimi çekmiyor.

Deli misin adam, niye tavada ekmeği ısıtmıyorsun ya da bir ekmek kızartma makinası almıyorsun dediğinizi duyar gibi oluyorum… Çünkü ekmeği tavada ısıtınca çok çabuk soğuyor ve uzun kaldığında da katır-kutur oluyor. Hani arada bir, değişik bir lezzet olabiliyor ama her gün her gün çekilmiyor. Ekmek kızartma makinası ise adı üzerinde ekmek kızartmak için, bense kızarmış değil sıcak ekmek istiyorum. Tost makinası bir nevi ufak çaplı bir fırın görevi görüyor.

Kazara tüm bu yazılanlara anlam veremeyip, “alt tarafı bir tost makinası” diyenleriniz varsa, beni tanımıyor musunuz diyeceğim :)

Yimmek | 4 Yorum »
 

UEKAE’nin Pardus geliştirici topluluğu ile yol ayrımım

09 Temmuz 2010 Cuma, 11:49

Temmuz ayının başında Pardus‘un geliştirici e-posta listesine 2011 için planlananları içeren bir e-posta düştü. Çeşitli çalışmaların yanı sıra; UEKAE çalışanları, Pardus’un geliştirilmesi için Jira isimli özgür olmayan bir yazılımın kullanılmasını planladıklarını belirterek, diğer geliştiricilerin de bu konudaki görüşlerini soruyorlardı.

Bundan birkaç sene önce de Jira’nın Pardus’un geliştirilmesinde kullanılması gündeme gelmişti, hatta ondan da birkaç sene önce Linux Kullanıcıları Derneği’nde de. Her iki zamanda da, her iki topluluk, özgür olmayan bir yazılımın kullanımını reddetmişti.

Ben de dahil, UEKAE çalışanı olmayan birçok Pardus geliştiricisi özgür olmayan yazılımların kullanılmasına karşı çıktı, teknik olarak ortaya sunulan gerekçelerin hepsinin özgür yazılımlarla mümkün olduğunu belirtti; sloganı “özgürlük için” olan bir projenin geliştirilmesinde özgür yazılım kullanılmasının önemini vurguladı; konu ile ilgili onlarca e-posta yazıldı, çizildi.

Tüm bunlara karşın Jira kullanımından vazgeçilmediği için; ben de (diğer birkaç geliştirici gibi), UEKAE çalışanlarının başını çektiği Pardus geliştirici topluluğunun bir parçası olmayı dün akşam saatlerinde bıraktım.

Listeye son yazdığım mesajı buradan, konunun gelişimini ve tüm yazışmaları ise listenin Temmuz ayı arşivlerinde 2 Temmuz’dan bugüne “Pardus 2011” başlığıyla başlamak üzere farklı başlıklarda okuyabilirsiniz.

Bu, Pardus’a olan ilgimin yok olduğu; artık Pardus’la uğraşmayacağım anlamına gelmiyor elbette. İlkelerime uygun, parçası olmaktan mutluluk duyduğum camialarda üretmeye devam edeceğim. Başta LKD’nin Pardus Kurumsal 2 Katkı Deposu olmak üzere, birçok çalışma içinde yer alacağım.

Gezegen, Pardus | UEKAE’nin Pardus geliştirici topluluğu ile yol ayrımım için yorumlar kapalı
 

Palamutbükü Notları

30 Haziran 2010 Çarşamba, 07:16

Geçen yıl Eylül’de gittiğimiz Datça’nın Palamutbükü ile ilgili kısa notlar hazırlamıştım ancak “daha fazlasını” yazayım diye bir kenara koymuştum. Aradan aylar geçti, artık üzerine ekleyeceklerim de kafamdan uçup gitti. O zaman ne yazabildiysem, işte buradalar:

  • İlk defa apart tatili yaptık, hayat budur işte. Otellerde gına gelen bir sürü sinir kaynağı, üzerine rahatsız ettiğini farketmediğim bir sürü bişinin olmadığı nefis bir tatil oldu.
     
  • Apart ve geniş bir yer (1 oda, 1 salon) olunca evden “vazgeçilmez” eşyalarımızı da taşıdık. Cattle, tost makinası (ekmek ısıtmak için) ve mutfak robotu.
     
  • Güzel bir denizi var. Geniş bir kıyı şeridi, plaj çakıl ama ayağa batan türden değil, dalgalar yumuşacık hale getirmiş onları. Denize girme işlemine bir üst düzeyden başlamayı sağlayan bir iskele yok ama deniz girer girmez derinleşiyor, cam gibi dibi gözüküyor (tam benim istediğim gibi).
     
  • Mevsiminden midir bilmiyorum; bol rüzgarlı, nem derdi yok ya da çok az, sıcaktan baygınlık geçirtmiyor.
     
  • Badem yemeyeni dövüyorlar, ben ki yemeğin içinde kullanımı dışında bademle aram yoktu, tadına baktıklarımın birkaç çeşidini birden beğendim.
     
  • Getirdiğim 3 kitabı bir haftada bitirdim (birine biraz başlamıştım önceden), okuma hızımı hesaplayamamışım. Kalan 3.5 günde sinek avladım. Uykusuz, Penguen, Lemanyak elime ne mizah dergisi geçirdiysem okumaya çalıştım ilkin. Lemanyak zerre keyif vermedi, Uykusuz’un aklımdan kalan güzel tarafı “Tarihte Bugün” bölümü oldu, gene ne varsa Penguen’de var deyip sonunda bir Penguen cildi bulup onu alıp okumaya başladım.
     
  • Palamutbükü’nde herhangi bir bankanın ATM’si yok, kredi kartı geçmeyen de birçok yer var. Yanınıza nakit alarak gelmeyi unutmayın ya da bizim gibi en az bir kere Datça yolunu tutmayı göze alın.
     
  • Eczane de yok… Ama düzenli gidip/gelen minibüslerdeki şoförlerinden rica edip ilaç aldırmak mümkün elbette, illa bizzat Datça’ya gitmeniz gerekmiyor.
     
  • Pazarları kurulan Palamutbükü’nün pazarı çok küçük. Paşa paşa Cumartesi günü kurulan Datça’daki pazara gitmelisiniz. Çeşit çeşit meyvalar, sebzeler; her birini satan onlarca tezgah…
     
  • Pazarda görünce Eylül ayına has meyvalarından hünnap alıp tattım. Ne bayıldım, ne de sevmemezlik ettim. Değişik bi deneyim oldu.
     
  • Kardelen Restaurant yemek yenilesi bir yer. “Parmaklarınızı yersiniz” tadında yaptıkları bişi yok ama taze güzel balık ürünü bulunuyor, güleryüzlü de insanlar. Bir tatil yeri için pahalı da değil. Normalde kızartmasını çok sevmediğim kalamarı çok güzeldi.
     
  • Nostalji Restaurant’da güzel ve çeşitli sulu yemek bulmanız mümkün.
     
  • İsmini hatırlamadığım, tatlı/unlu mamüller yapan ufak bir dükkan var. Değişik kekler, browni, baklava, dondurma, börek ve daha niceleri… 8-9 gün dayandıktan sonra, son iki gün teslim bayrağını çekip keklere yumulduk.
     
  • Arı popülasyonu ciddi biçimde fazla (balı ile ünlü olmak kolay mı). Arılardan çok korkuyorsanız, kaldığınız yerin hemen civarında sabah/akşamları açan beyaz çiçeklerden çok olmamasına dikkat edin; onlara çok bayılıyorlar.
     
  • Kabak çiçeği dolmasııııı… yine nerede bulduysam yedim, yine gözüm doymadı. Taze taze yapıp, aynı gün kargoyla kabak çiçeği dolması gönderen dükkan talep ediyorum.
     
  • Çalan müziklerden Ederlezi, Eti’nin Leziz diye bir ürünü olsa, Cappy’ninkine benzer reklam yapmasını sağlayabilirmiş diye düşündürdü (eeti leeziiiz, eeeti leeziiiz, …).
     
  • Müzik deyince, sanırım uzun zamandır ilk defa bir tatilde kulağım tecavüze uğramadı. Plajda, otelde, yemekte, bir yerlerde mutlaka aynı parçalar (yabancı ya da Türkçe) tekrar tekrar çalınarak kusturulmak suretiyle beynime enjekte edilirdi. Hiç yüksek sesli müzik yok, çalan varsa da sakin ve “güncel olmayan” müzikler. Bir tek uçta bir yerde “her gece canlı müzik” olan bir yer var, o da neyse ki koyun geri kalanından çok uzakta.
     
  • Ayranına bayıldığımız Eker’in beyaz peyniri fena değilmiş. Genelde ambalajlı satılan “marka” beyaz peynirlere çok bayılmadığım düşünülürse, olası yoklukta bakkaldan alınabilecek güzel bir alternatif.
     
  • Buraları Pınar basmış. Tüm bakkallarda, her yerlerde Pınar ürünleri var. Yoklukta, bir kere Pınar’ın homojenize yoğurdunu yemek durumunda kaldım. Böyle bir tatla ilk kez karşılaştım. Yoğurt ne ekşi, ne tatlı, hiçbir tadı yok. Kaçarak uzaklaştım.
     
  • Boydan boya tek bir koy olan Palamutbükü aradaki yerleşilmemiş “boş” (ama plaj olan) alanla pratikte ikiye bölünmüş durumda. Liman tarafı daha çok (tekneleriyle yanaşan) yabancılara yönelikken, bizim de kaldığımız diğer bölüm ise daha çok Türklere yönelik. Yemek dokuları bile değişiyor (Fransızca isimli lokantalar falan). İkisi ilginç biçimde farklı köylere de bağlı.
     
  • Bisikletle geçen birine “aaa… bak Şener Şen” diye dalga geçtik kendi aramızda. Akşam bir lokantanın önünden geçerken sesini duyduk, gerçekten Şener Şen’miş.
     
  • Ovabükü ve Hayıtbükü’ne de sarktık. Sevimli, daha küçük koylar.
     
  • Herhalde çok uzun zamandır ilk defa bir tatilden dönmek istemiyorum, birkaç hafta daha kalsam olmaz mı diye hissettim…
     
Memat | 2 Yorum »
 

FCH’a yeni iki sakin mi geliyor?

06 Haziran 2010 Pazar, 21:29

Dün FCH’ın yanındaki boş araziye bir kutuda iki kedi yavrusu bırakmışlar. Ortalıkta dolaşıp durdular, önce anneleri var zannettik, meğer başka bir kedinin arkasına öyle takılmışlar. Çok ürkek de değillerdi. Büyük olasılıkla bir evin kedisi doğurunca, annenin çocuklarını evlerinde istemeyen ev sahipleri yavruları sokağa atmayı tercih ettiler (hayvan barınağı, yuva aramak gibi yöntemleri öğretmek gerek bu insanlara >8-().

Biri tekir, diğeri siyah/beyaz iki kardeş bugün yağmur yağmaya başlayınca bize sığındılar. Sığınış o sığınış. Biraz besleyelim, biraz sevelim derken; aradan geçen 6-7 saatin sonunda henüz bir-iki dakikadan uzun süre dışarı çıkmamış durumdalar. Bol bol oynuyorlar, yoruluyorlar, uyuyorlar, kalkıp bişiler yiyip, tekrar tepişip, tekrar uyuyorlar. Gece biz uyurken de böyle giderse, pek uyuyamayacağız anlaşılan :)

İlk uyudukları yer, bana bitişik biçimde koltuğumdaydı (bkz Şekil A). Sayelerinde 1.5 saat kadar arkama yaslanamadım, sırtım ağrıdı :). Kalktıklarında arkama yaslanıp hiç boşluk bırakmadım, bu sefer yorulduklarına dizimin üstünde uyumayı başardılar 1-2 saat (keramet koltukta diil galiba).

FCH'ın yeni kedileri (mi?)

Gölge‘nin üzerinden geçen 6 senenin sonunda, yeni kedilerle beraber yaşamaya hazırız galiba. Acaba onlar bize hazır mı? :) Birkaç güne göreceğiz.

İki kardeşe isimler düşünmeye başladık bile…

Memat | Yorum Yok »
 

Hatay’a Dönüş

03 Haziran 2010 Perşembe, 17:07

Geçtiğimiz 10 senede, Linux Kullanıcıları Derneği’nin organizasyonlarında özgür yazılımlar konusunda insanları bilinçlendirmek için onlarca şehre gittim, herhalde aralarında bana en çok “ben buraya tekrar gelmek istiyorum” dedirten 2003’te gittiğim Hatay olmuştu.

Senelerdir Hatay’ı paylaşmak için çevremdeki insanları kandırmaya çalıştım. Sonunda bu yıl 6 kişilik bir grup Nisan-Mayıs aylarında gitmekte anlaştık. Hatta arabayla gidip, çevre illere de sarkmayı düşündük. Nisan’daki ilk denememiz suya düştüğü sıralarda, Mustafa Kemal Üniversitesi’nden derneğe Mayıs ayı için davet gelince üzerine balinalama atladım.

Tarih yaklaştıkça arkadaşlar sapır sapır dökülmeye başladı. Ailesinde rahatsızlık çıkan, işinden izin alamayan, işleri yoğunlaşan derken bir baktık ki Didem’le başbaşa kalmışız. Sonunda o da, daha sonra hep beraber gideriz diye vazgeçti. Etkinlikte konuşmak üzere Mersin’den gelecek olan Türker’le (Sezer) buluşmak üzere ben Hatay’ın yolunu tuttum.

Gelmemizle beraber bizi bilgisayar topluluğundan Selcan ve Alican karşıladı. Akşamları balkabağına dönüştükleri 22:30’a kadar bizi bir dakika olsun yalnız bırakmadılar. Sabah odalarımızdan dışarı adımımızı attığımızda yine onları gördük. Hatta Türker Mersin’e döndükten sonra, balkabağına dönüşmemek için gece beni kendi evlerinde misafir ettiler :)

Sabahın ilk saatleriyle beraber tanıdığım yüzler birer birer karşıma çıkmaya başladı. İlki 7 sene önce de bizi davet eden, topluluğun akademik danışmanı Oğuz Kılıçoğlu idi. Yoğun programına karşın hemen her akşam bizimleydi, sabah kahvaltılarında bile yalnız bırakmadı. Benim için en çarpıcı olan ise, seminer arasında gelip “ben ilk seminer sırasında lise 1’deydim, o zaman okul olarak gelmiştik” diyendi.

Hoş sürprizlerden biri, yıllar önce yazıştığım Mustafa Başer’le ilk kez yüzyüze tanışmak oldu. Türkiye’nin ilk özgür yazılım kitaplarından “Python” ve “Ağ Servisleri” ya da Gelecek Linux ile kendisini hatırlayabilirsiniz. Şu anda Hatay’da öğretim görevlisi. Orada bulunduğu iki yılda öğrencilerin üzerindeki olumlu etkisi çok net görülebiliyor. Özellikle sunucu servisleri anlatırken yer yer topu onun öğrencilerine atıp, onlar benim yerime anlatırken soluklanmak çok keyifliydi :)

Yer yer sıkıntılar yaşamadık değil elbette. Salonda klimalar çalışmıyordu, neyse ki hava (Hatay standartlarında) serin olduğu için salon yaşanılabilir durumdaydı. Yine de yer yer bunalıp kendimizi dışarı attık.

Etkinlikte üzerinde kurulum/deneme yapacağımız bilgisayarın Internet’e bağlanması için bir PCI kablosuz ağ kartı geldi. Kartın takılmasının ardından hiçbir ek sürücü yüklemeden kullanabilmek izleyiciler için çarpıcı oldu. Ama yine de Internet bağlantısı için peçeteye istek parçası (MAC adresi) yazıp yollamamız gerekti :)

Daha önce geldiğimde 3 şehirlik bir turnenin ilk ayağıydı Hatay. Oradan Adana’ya ve sonra Karaman’a geçmiştik. Yoğun program nedeniyle belli yerleri sadece akşamları görebilmiş, doya doya gezememiştim. Bu kez seminerlerden sonra bir gün daha kalmak istedim. Bilgisayar topluluğu beni yine bırakmadı, Hatay’ın dört bir yanını gezdirdi. Karaksi Köyü’nde kahvaltıyla başlayan gün, Suriye sınırındaki Reyhanlı’daki akşam yemeği ile sona erdi. Arada Batı Ayaz, Musa Ağacı, Samandağ Sahili, Harbiye, Antakya Kalesi ve not almayı unuttuğum birçok yere bir gün içinde, gündüz gözüyle nasıl gittiğimizi ben de anlamadım. Tek başıma gezmeye kalksaymışım, bunların yarısını bile göremezdim büyük olasılıkla.

Tabii yemeklerden bahsetmemek olmaz. Tuzda pişirilen tavuk, zeytinyağlı ve tereyağlı humus, dağ kekiği (zahter) salatası, abugannuş ve daha niceleri… Ama aralarından bir tane seçmem gerekse, herhalde o ceviz tatlısı olurdu. Cevizin hem içinden, hem de kabuğundan yapıyorlar bu tatlıyı. İçinden yapılan güzel ama kabuğundan yapılan enfes. Hatay’a yolunuz düşerse, Sultan Sofrası’nda mutlaka tadın.

Üniversite kampüsüne yürüyüş mesafesindeki öğrenci sitelerine hayran kaldım. Koskoca bir semt, apartmanlar boyunca sadece öğrenciler yaşıyor. Apartmanlar ve evler çok bakımlı, evleri dayalı döşeli öğrencilere veriyorlar. Her katta kablosuz ağ var, sitelerde bakkalı, çay (ve nargile) bahçesi, pinpon masası bulunuyor. Hatta (gerçekten işleyen) güvenlik kapısı da var, ben kimliğimi bırakarak içeri girebildim. Hani Ankara’da sırf ODTÜ’ye yakın olduğu için öğrenciler tarafından tercih edilen Yüzüncü Yıl semtindeki evler bunların yanında baraka konumuna düşüyor, üstelik bu evlerin kiraları görece çok daha ucuz.

Hayatımda ilk defa gördüğüm, Hatay’da kaldırım parkesi ile yamanmış asfalt yollara da değinmesem olmaz. Asfaltı “yamamak” kavramına yeni bir boyut getirmişiz. Rivayete göre, doğalgaz geldiğinde yollar kazılacak diye belediye yolları olabildiğince tamir etmiyor ya da bu şekilde ucuz yollu yamalıyormuş.

Özetle: Güzel insanlarla tanıştım, güzel yerler gördüm, güzel günler geçirdim; yine gelecek ben.

Gezegen, Memat | 2 Yorum »
 

rar -m0 <> zip -m0

24 Mayıs 2010 Pazartesi, 16:17

Linux kullanmayan birisine göndereceğim bir dizindeki tüm fotoğrafları tek bir dosya olarak birleştirmek için zip kullanayım dedim. Dosyalar hiç sıkışmayacak dosyalar olduğundan sıkıştırmakla uğraşmasın makina diye de parametre vereyim dedim.

rar komut satırından aynı şekilde kullanıldığında -m0 parametresi verilerek yapılıyor bu işlem, sıkıştırma seviyesini 0’a getiriyor.

zip komutunu yazarken de bakmaya üşendim, aynen yazdım. Hatalıysa hata verir zaten diye. Hiç hata vermedi, hatta aynen hiç sıkıştırmadan zip’i oluşturdu. Baktım zip dosyasının boyutu çok büyüktü. Zipsplit’le bölebilecekken, türlerine göre ayırayım dedim. Oluşan zip’i silip dizine geri döndüm. Dizindeki dosyaların yerinde yeller esiyordu.

Birkaç kez kontrol ettim, konsol geçmişine baktım, o dosyaları silecek hiçbir komut vermemiştim. Bir süre debelendikten sonra, nasıl olduğunu buldum. Zip sadece -0 parametresi ile sıkıştırmadan dosyaları ekleyebiliyor. -m parametresi ile “move”a karşılık gelip zip’lerken dosyaların orjinallerini silmiş.

Siz siz olun, benzer işlevlere sahip komutlarda aynı parametreleri gözü kapalı kullanmayın; böyle denk gelebiliyor :)

Aslında veri kaybetmeme yol açabilecek bir durumdu, çünkü bu işlemlerin olduğu makinada arkaplanda çalışan süreçler nedeniyle fotoğrafların bulunduğu alana çoktan veri yazılmıştı bile. Neyse ki fotoğrafları aldığım SD karttan sildikten sonra yeni fotoğraf çekmemiştim. Karttaki silinmiş resimleri testdisk yazılımından çıkan photorec uygulaması ile kolayca kurtarabildim.

Gezegen | Yorum Yok »