Kozlu Kanyon’da Yürüyüş
08 Nisan 2011 Cuma, 21:09 | Gezi(İş-güç koşturu derken, günleer günleer önce başladığım bu yazıyı bitirmem bugünü buldu, olası dil tutarsızlıkları şimdiden affola)
Rehberimiz Gökhan Koçak geçtiğimiz Pazar özel bir grup yürüteceği için üç hafta önce halka açık bir yürüyüş düzenlemiyordu. “Rehber kapatmak” dedikleri böyle bişi oluyor herhalde :)
Ben de başka kimle yürüyebilirim diye hızlıca kolaçan ettiğimde Ankara’da farklı gruplarca sadece geçen hafta 9 tane paralel yürüyüş düzenlendiğini farkettim. Araçta çay/kahve servisi yapanlar mı istersiniz, sandviç/poğaça dağıtanlar mı, yürüyüş ortasında sıcak çay vaat edenler, “sizi nereden almamızı istersiniz?” diyenler mi, kredi kartıyla ödeme olanağı verenler mi… Amanin.
Ürktüm ne yalan söyleyeyim. Bu ek “tatlandırıcı”lara tav olacak insanlar, olaya “hizmet alan tüketici” olarak yaklaşabilirlerdi. Böyle bir ekiple yürümek de hiç keyifli olmazdı. Gökhan’a sorduğumda Tempo’nun rehberi “Derya”yı önerdi.
Tempo’nun sayfasında o Pazar “Kozlu Kanyon Yürüyüşü” olduğunu yazıyordu. Dere kenarında bir patikadan yürüyeceğimizi yazmışlar. Daha önce Kalecik’te yine bir dere kenarında, vadi sırtında çok tempolu bir yürüyüş yapmıştık Gökhan’la, pek keyifli olmuştu. Dere hem havayı hem de çevreyi çok değiştiriyor.
Dışarıdan bakınca Tempo hem işi bir “gezi turu” düzenler gibi düzenliyor, hem çay/poğaça servisi yapıyor :), hem Batıkent’ten geçmiyor, hem de diğerlerinden bir 10 TL pahalıydı. Ama bilenin sözünü dinlemek gerek diyerek Tempo’yla yürümeye karar verdim. Telefon edip bana “size 25 numarayı veriyoruz” demeleri beni benden aldı. Zaten 1-2 saat yol gidiyoruz, araçta kimin nerede oturduğunun ne önemi vardı… Demek ki bunları da takan insanlar var diye düşünerek yine “bindik bir alamete” diye düşündüm.
Tabii öncelikle önceki haftaki zaiyatım, eğilen bastonumu halletmem gerekiyordu. Artık, bumeranga benzeyen bastonumu kaptığım gibi soluğumu Ülkealan’da aldım. Bastonu aldığım yer, bastonu kırmadan eğme başarımdan dolayı tebrik ettikten sonra yamulan kısımları ellerinde başka bastonlardan artan parçalarla değiştirdi ve doğan görünümlü şahin tadına bir bastonum oldu :)
Sabah erken saatte otobüs/minibüs gerçekten uğraştırıcı bişi. Bir o kadar da güvenilmez. Erken gelse, 20 dakika önce oraya varman ve açıkta boş boş beklemen mümkün. O kadar sevimsiz ki, normalde yürürken sabah Batıkent Jandarma’dan geçen araca gitmek için toplu taşıma yerine bir 45 dakika yürümek daha kolayıma geliyordu. Ama bu Tempo Batıkent’ten geçmediği için, sabah metro istasyonundan çevre yolu çıkışındaki Optimum’a bir araç bulmam gerekti. Sonunda turbo tuşuna bile basmak zorunda kaldım yetişebilmek için.
Daha araçta ekibin çoğunun, birbirleriyle “şakalaşmaları”ndan sürekli beraber yürüdüğü, birbiriyle güzel anlaştığı belli oldu. Aralarından tanıdıklarım da vardı. Yeni birkaç kişi de hiç yukarıda endişe ettiğim profilde değildi.
Yürüyüşe başlamamız ile beraber bahar “merhaba ben geldim” demeye başladı. Sert rüzgarların, soğuk havaların, karların hepsi yokolmuştu. Rüzgarlık, bere, kalın eldiven, kar tozluğu gibi araçlar bir sonraki kışa kadar rafa kalkıyordu. Onların yerine birkaç yürüyüş önce yağmurdan saçım ensemi ıslatmasın diye de kullandığım “boyunluk” denebilecek, boyuna sarılan, dişilerin genelde dekoratif kullandıkları bir giysiyi çantama kattım.
İlk defa bir yürüyüş için bunu söylüyorum ama öğlen yemeğine kadar olan kısmı gerçekten çok sıkıcıydı. Gökhan’la öğlen yemeğine kadar çok efor harcayıp, öğleden sonra genelde inmeye alışık olan bendeniz adapte olamadım. Çok kısa bir yolu, iki adımda bir durarak uzun bir zamanda yürüdük. İnsanlar etrafın fotoğrafını çekerken, ben boş boş durdum (ve terleyip soğudum). İşin kötüsü etraf genel olarak geçen mevsimden ölü bitkilerle doluydu, tek tük çiğdemler hemen her yerde bulunabilir cinstendi. Seyredecek bile çok bişi yoktu. Neyin o kadar fotoğrafını çektiklerini de anlayamadım. Bir an fotoğrafçıların arasına mı düştüm düşüncesi aldı beni.
Kozlu Kanyon adlı vadiye varmamızla beraber ise “işte aradığım tat” dedim. Su nelere kadir. Hava değişti, etrafta bitki örtüsü değişti. Bir taraftan su sesi, bir taraftan canlı bitkiler… Yürüyüş bir anda çok keyifli bir hal aldı. Yamaçlardan yürüdüğümüz için tempo olarak da alıştığım yoruculuktaydı yürüyüşün ikinci bölümü. Bol bol indik, tırmandık.
Birçok yerde derenin üstünden diğer tarafa geçmemiz gerekti yola devam edebilmek için. Yürüyüşten kısa bir süre önce Ankara’da çok yoğun kar yağışı olmuştu, o eriyen karlar dereyi daha da coşturmuş, birçok yerde daha önce var olan geçiş noktaları yok olmuştu. Rehberimiz ve daha deneyimli yürüyüşçüler çok yaratıcı çözümlerle geldiler. Bazen birkaç yüz metre geri dönüp daha sığ bir yerden geçtik. Büyücek taşlar, insanlar geçerken basabilsin diye dereye yuvarlandı. Bir seferinde kenarda duran kocaman ağaç kütüklerinden mini bir köprü bile oluşturdular (adventure oyunu gibi). Onlar sayesinde ben ayakkabımın içine hiç su geçirmeden geçirdim tüm yürüyüşü. Ben kendi adıma pek eğlendim.
Yürüyüş boyunca 3.5 litreden fazla su içince açıkçası beni aldı bir düşünce. 2 litre suyla başlamıştım, neyse ki rotada bol bol çeşme var, ara ara doldurdum. Yazın daha sıcak olduğunda, çeşme olmayan yürüyüşlerde sırtımda su damacanası ile yürüyecek halim yok ya… :)
Anladığım kadarıyla etabın kısa olmasından dolayı başta uzun uzun oyalandık. Ben olsam Kozlu Kanyon’a varana kadarki kısmı hızlıca yürüyüp, daha sonra vadide vitesi düşürür, bol bol zaman geçirirdim.
Dönüşte yine araçtan inme yeri azizliği yaşadım. Yaşayacağımı biliyordum ama yaşaması farklı oluyor. Optimum’da bizi aldıkları yerin bir 300 metre kadar gerisinde bırakıyorlar. Bıraktıkları yerden, aldıkları yere giderken yürüyecek bir kaldırım yok, dönüşlerde yaya geçidi yok, araçlar üstüne üstüne gelirken ezilmemeye çalışıyorsun. Hani aracın bir 500-600 metre daha fazla dolanmaması için yapılacak iş mi bu… Tamam belediyenin umrunda değiliz, orasını biliyoruz. Ama doğada can güvenliğimizi düşünen Tempo Tur, şehirde niye düşünmüyorsun?