Işık Dağı’nda 2017 Sonbaharı
03 Ekim 2017 Salı, 13:29 | GeziTemmuz sonunda çizgi filmlere yakışır bir sahne yaşadım. Merdivenden inerken kayıp kalçamın üzerinde birkaç basamak zıplaya zıplaya indim :). Sonuçta bir yerimi kıramadıysam da, çeşitli morlukların yanı sıra koccaman bir şiş sahibi oldum. 1.5 aylık buz ve kalçayı fazla zorlamamadan sonra artık bana gelenler geldi. İndiği kadar deyip, iki hafta kadar kendimi ısındırdıktan sonra “artık sonbaharı da kaçırmiim” diyerek kendimi doğaya vurdum.
Ankara’nın ilkbaharı da sonbaharı da inanılmaz güzel oluyor. Farklı tonlarda rengarenk yapraklı ağaçlar, puslu havalar, yağmurlar, yerde bastıkça hışırdayan yapraklar ve elbette gece soğuk olsa bile gündüz sıcak olan bir iklim.
Geçen yıl bu aylarda ilk göz ağrım yürüyüş rehberim Gökhan’ın işi bırakmasıyla beraber, geçtiğimiz seneyi çoğunlukla boşta geçirdim. Arada bizim ekipten farklı gruplarla yürüyen insanların izlenimlerini topladım. Artık rölantide geçen bir senenin ardından kontrollü (tanıdığım birkaç kişinin de benimle yürüdüğü) deney yapmaya hazırım dedim. Geçen Pazar Gezgin-der ile Işık Dağı’na yürüyüşe gittim.
Işık Dağı benim çok da bayılmadığım, genelde “zirve” yapmayı sevenlerin favori yerlerinden biri. Dik olarak tırmanılabilen, tepesine çıktığın zaman etrafı açıklık ve her yönden uçsuz bucaksız etrafı görebildiğin bir zirve. Onun dışında o civarda yürünebilecek onlarca rotadan hiçbir farkı yok. Ben ise trekking stili olarak tırmanmayı seven ama zirveyi önemsemeyen, kendimi zorlamayan bir tempoda ormaniçi keçi patikalarını seven bir yapıya sahibim.
Işık Dağı’na uzun zamandır gitmemiştim, düzgün bir ekiple yürümek benim için daha bi sevdiğim bir yerlere gitmekten daha önemliydi. Zaten aylardır dağ-bayır anlamında yürümemiştim. Genel olarak antrenmansızdım. Kalçamın ne kadar sorun çıkaracağı belli değildi. Bir sorun yaşarsam yanımda güvenebileceğim birilerinin olması gerekliydi.
Yürüyüşün başında 0-1 yenik başladım. Çünkü sabah evden çıkarken batonlarımdan sadece birini bulabildim. Akşam hazırlanırken batonları unutmuşum, bunlar hep yürüyüşe gitme pratiğini kaybetmekten oluyor :P. Hatırladığım 2.5 çift batonum olmalıydı, sadece 0.5’i vardı. Epey bir aranmama karşın sonunda artık geç kalmamak (ve biraz da umudumu yitirdiğim) için tek batonla çıktım. Bir umut, arabada birilerinde fazla baton olabilirdi. Öyle bişi olabilemedi, tek batonla idare ettim yürüyüşte. Tek baton demek zaten güvenemediğim performansımın daha da düşmesi demekti.
Rehber (Hasan Arslan) ise tam bana göreydi. 16 kişiydik, kalabalık bir ekipte dağılma ve arıza çıkma olasılığı artıyor. Rehber de deneyimli, işini ciddiye alan, yürüttüğü gruba hakim ve az konuşan biriydi. Gezgin-der’in yürüyüşlerinde sabit bir rehber yokmuş, dernekte deneyimli birçok kişi olup, o hafta kim uygunsa onun bildiği bir rotadan yürünüyormuş. Bu tabii aynı zamanda rehberlerin yürüme stillerinin de aynı olamayacağı, her gidilen yürüyüşte farklı bir davranışla karşılaşabileceğim anlamına geliyordu. Ayrıca diğer gruplara daha “eskiden yapıyorduk, devam ettirelim bu geleneği” anlayışıyla yürüdüklerinden, katılım artsın diye çok uğraşmıyorlar — daha çok “yeterince gelen varsa yürürüz” tadında yaklaşıyorlar görebildiğim kadarıyla. Gelmek isteyeni “sen yürüyebilir misin” diye pek de sorgulamıyorlar (kayıt olurken, bana tek sordukları ismimdi).
Yürüyüşe Belpınar Yaylası’na yakın bir yerlerden başlayıp Işık Dağı’na kuzeybatısından dik bir rotadan tırmandık. Beklendiği gibi hava kapalı, sisli ve yer yer yağmurluydu. Işık Dağı eteklerine yaklaştığımızda yağmur serpiştirmeye başladı, tırmanmaya başladığımız noktada hızını iyice arttırdı. Ekim’in ilk günü tam anlamıyla “Merhaba, ben Ekim, geldim işte buradayım, Eylül’e benzemem” diyordu :).
Kapalı ama çok da soğuk olmayan havalar aslında yürüyüş için ideal. Çünkü sıcak sizi bunaltıp enerjinizi çekmiyor, terleyip ıslanmıyorsunuz. Ufak bir ayrıntı varsa yağmur oluyor :P.
Doğada yağmurdan korunmak için kullanabileceğimiz birkaç yöntem var: Yağmurluk, panço ya da kafaya bir buff bağlayıp yağmuru kabullenmek :). Az yağmurda yağmurluğun kendisi yağmurdan daha fazla terletiyor ve ıslanmama yol açıyor, amacını yitiriyor. Panço ise hava almayı sağlıyor ama izlediğimiz ormaniçi patikalarda sağa sola takılarak yürümeyi zorlaştırıyor. Yağmur bir durup bir başlıyorsa, panço ve yağmurluk giy-çıkar işlemi sıkıcı hale gelmeye başlıyor. Ben çoğu zaman yaptığım gibi “let the rain in” (ya da ıslanmak güzeldir) yöntemini güttüm. Yağmurluğun çantamda olup, onu gerçekten çok yağmur yağarsa giyebilme olasılığını seviyorum.
Dağa tırmanırken birçok karınca yığınağından basmamaya çalışarak geçtim. Bazı yerlerde mayın tarlası gibilerdi. Sektirmeden, tıpkı masallardaki gibi sağlam hazırlık yapmışlar. Az sayıda mantar vardı (Gerede tarafları Şirinler Köyü gibidir şimdi). Kuşburnu renkli renkli gözükse de daha olmamıştı, birkaç haftaya benim olacaklar. Tek tük kalan tadımlık böğürtlenler vardı (tabii ki tattım). Çakal eriklerine ise gördüğüm yerde acımadan daldım. Çakal eriklerinin değişik bir aroması oluyor, hafif ekşimdi ama tatlı da aynı zamanda. Hatta o kadar yedim ki, çantamda yanımda getirdiğim meyvelere (dağ havası aldırıp) dokunmadan geri getirdim.
Dağın zirvesine yaklaştıkça yağmur durdu ve hava açtı. Böyle bir havada şanslıydık epey. Çıkışın son anlarında ve zirvede bol bol etrafı seyredebildik.
Dağdan Salin Yaylası tarafına dik bir rota ile indik. Ormaniçi patikaları seviyorum. Çıkışı, inişten daha çok sevsem de, iniş de bizdendir :) (bir de dizlerimi zorlamasa). Ne kadar oyalanmaya çalışsak da, dik bir rotadan kendimizi kısa zamanda aşağıda bulduk. Bizi eteklerde yine yağmur karşıladı ama sadece ıslatır düzeyde. Erkenden zirve yapıp dönünce, yayla yollarında düşük bir tempoyla yürüdük.
Tek batonla yürümek yürüyüşün sonlarına doğru beni vurdu, sağ dizim ağırlaşmaya başladı. Batonlar yürüyüşü iki ayakla değil de, 4 ayakla yapıyormuşum gibi yapmamı sağlıyor. Hem dengeyi sağlamak hem de diğer bacaklara (batonların ucundaki kollarım oluyor onlar) yükü paylaştırmak için. Neyse ki yürüyüşün sonlarında insanlar baton kullanmayı bırakmışlardı, ben de birinden tek baton ödünç alarak dizimdeki yükü hafiflettim ve zorlanmadan yürüyüşü tamamladım.
Yürüyüşün sonunda Karagöl’e indik. Karagöl deyince herkese farklı bir anlam ifade ediyor, Türkiye’de herhalde onlarca Karagöl vardır. Ankara sınırlarında bile iki tane var; biri Çubuk’ta biri Kızılcahamam’da. Işık Dağı’ndan indiğimiz için bu Kızılcahamam’daki Karagöl’dü tabii. Göldeki cam gibi yansımaları izlemekten kendimi alamadım.
Hava kapalı olduğu için Karagöl’deki piknikçilerden kurtuluruz diye düşünmüştüm ama ne yazık ki yine oradalardı. Çöp yığınlarını görmek içimi acıttı. Çöplerini bırakanlara ayrı üzüldüm; o bırakanları eğitmeye ve engellemeye uğraşmayan, sonucunda oluşan çöpleri toplamayan belediyeye ayrı üzüldüm. Tonlarca bütçelerinin arasında o kadar ufak kalemler ki bunlar.
İlerleyen haftalarda fırsat buldukça farklı gruplar deneyerek kendimi doğaya atmaya devam etmeyi planlıyorum.