Öyle bir seyir defteri…

fdupes ile Hylafax docq dizini temizliği

24 Mart 2009 Salı, 20:32

Dün az kullanılan bir faks sunucusunu taşırken acı bir gerçek ile karşılaştım, gönderilen belgeler dizini gigabyte’lara ulaşmıştı. Bundan bihaber biçimde yeni diski bölümlendirmiş, üzerine kurulum yapmış, hemen her servisi de taşımıştım. /var dizininde o kadar yerim yoktu (lvm kullansaydın ya dediğinizi duyaar gibi oluyorum).

Ne var canım, diskler çok büyüdü, Hylafax dizinini /home disk bölümüne taşıyıp oradan linkleyiveririm olur biter diye düşündüm. Düşünmez olaydım, Hylafax dizinlerin farklı disk bölümlerine sembolik bağlanmasından pek hoşlanmıyormuş. Faks servisi hiç çalışmadı, yazması gereken dizinleri bulamadı. Servisi sembolik bağlama öncesi çalışır hale getirmediğimden problem kullanıcı yetkilendirmelerinde falan zannettim — bir süre debelendim.

Farklı disk bölümüne taşıyamayacağım belli olunca, gönderilen belgelerin saklandığı docq dizinine daha bir alıcı gözüyle baktım. Bir sürü boyutları aynı dosya vardı. Faks sayısına bakınca jeton düştü. Bunların çoğu toplu faks gönderimlerinden dolayı oluşmuştu. “Tüm müşterilerimize şunu fakslayalım”, “basına bunu fakslayalım” cümlelerinin sonucu aynı belgenin gönderim sayısı kadar kaydedilmesine yol açmıştı. Evet, az ama öz bir kullanım söz konusu :)

Tabii optimize motorize birlikler direkt harekete geçti, ne demek efendim buna disk yeri mi yetişir, ayrıca ne kadar saçma, zaten yerim de yok ve benzeri (5 bahane daha ekleyin buraya) düşüncelerle kolları sıvadım. Önce çift dosyaları ayıklayacak bir yazılım bulmam gerekliydi, komut satırından çalışan fdupes tam olarak işimi görüyordu. Önce dosya boyutuna, sonra MD5 toplamına baktıktan sonra tek tek byte’larını da karşılaştırıyordu.

Çift olanları sildim silmesine ama bu sefer de iki problemle karşılaştım. Hylafax arayüzünde ilgili faksa tıklandığında dosyayı bulamadığı için gösteremiyordu. Hadi bu beklenen bişidi. Ama bir de ikincisi çıktı, Hylafax istemcisi sunucuyu her sorguladığında “bu dosyalar yok” diye yüzlerce hata satırı loga düşüyordu. Hylafax loglarını sistem loglarından ayır, logları gün sonunda silebilirdim ama iki kirli çözüm birden can sıkıcı bir hale gelmişti.

Sonra aklıma geldi, yaav ben bu çift olan dosyaları bir tanesi dışında siliyorum ama sildiklerimi o sakladığım tek kopyaya sembolik linklesem? Hylafax dizinlerin farklı disk bölümünde olmasından hoşlanmamış olabilirdi ama aynı disk bölümünde, hem de aynı dizinde birbirine linkli dosyalardan nem kapmayabilrdi. O zaman birçok yerde uygulanabilir mükemmel bir çözüm elde etmiş olurdum.

fdupes’un -1 parametresi, her bir çift dosyalar grubu birer satıra denk gelecek şekilde çiftleri birbirinden boşlukla, grupları da birbirinden yeni satırla ayrılmış bir halde sıralıyordu. Bu çıktıyı kullanacak basit bir betik yazdım, çıktının her satırında 2. dosyadan başlayarak hepsini önce silip sonra 1. dosyaya sembolik linkledi.

Sonuç : Bir anda docq dizininin boyutu 1/10’una indi. Uğraşmamak için cron’a yerleştirdim, her gece faks dizinini kontrol edip, aynı fakstan n tane varsa biri dışında hepsini silip o tek dosyaya linkliyor. Hylafax da mutlu, ben de :)

Gezegen | Yorum Yok »
 

Basit ama sinir bozucu bir hatanın öyküsü

09 Mart 2009 Pazartesi, 23:41

KDE 3 ile beraber Kooka tarayıcı arayüzünün gıcık bir özelliği vardır. Tarayıcı takılı/açık olmasa bile açılır, hiçbir hata da vermez, sadece yazılımın tarama fonksiyonları kapalı gelir.

Bazen elektrik kesintisinden sonra tarayıcının kendine gelememesinden, bazen de kablonun oynamasından tarayıcı çalışmayabiliyor. Bu benim başımı ağrıtıyor, çünkü uzaktan destek vermem gereken kişiler tarayıcının çalışmadığını anlamıyorlar; arayüzde bişiyi yanlışlıkla kapattıklarını düşünüp beni arıyorlar.

Pazar günü Pardus’un hata takip sisteminde temizlik yaparken, 3432 numaralı hata gözüme çarptı. Gürer’in onu raporladığı zamanı hatırladım, “evet ya, böyle bir problem vardı, yazacaktım ben de kaç zamandır” diye düşünmüştüm. Hatanın üzerinden 2.5 sene geçmiş, beni daha da uzun zamandır rahatsız ediyormuş yani :/.

Ya dedim, sinirimi bozup duruyor bu olay, kaç senedir rahatsız edip duruyor beni, herkesin KDE 4 sevdası peşinde koştuğu şu sıralar kimse de uğraşmaz bu işle, ne kadar zor olabilir ki…

kdegraphics’in kaynak kodunu indirdim, açıp Kooka dizinine girdim. Kooka tarayıcı olduğunda bir aygıt seçme penceresi çıkarıyordu. Aygıt bulamadığında hiçbir şey yapmıyor olmalı, orayı bulup else’ine bir uyarı penceresi çıkarmasını sağlamam yeterli olacaktı. Pencerede “Select Scan Device” yazıyordu, ben de onu grep’ledim kaynak kodunda, kooka.cpp’de çıktı. Orada baktım ki slSelectDevice() isimli bir fonksiyon çağırıyor. Bu kez onu grep’ledim, kookaview.cpp içinden çıktı.

Fonksiyonu incelediğimde problemin ne olduğunu gördüm. “Galeri modu” diye bişisi varmış Kooka’nın, tarayıcı bulamazsa o olduğunu farzediyormuş (kooka –help ile baktım, kooka -g diye özel olarak çalıştırıncaya karşılık geliyor). Buna da useDevice isimli bir değişkenin değerinin “gallery” olup olmadığına göre karar veriyormuş. Aradığım yeri de bulmuştum, bir else‘in altına yorum olarak “no devices available or starting in gallery mode” yazıyordu. İşte o or‘u ayırıp, useDevice’ın değeri gallery değilse “tarayıcı bulunamadı” diye bir uyarı çıkarttırmam gerekiyordu.

Şimdi KDE’de bunun nasıl yapıldığını bulmam gerekiyordu. Sistem çekmecemde beni kem gözlerden koruyan nazar boncuğum aklıma geldi. About penceresi sadece OK’e basılabilen bir yazı içeriyordu. Tam aradığım pencere tipiydi. KNazar’ın kodunu bir dizine çekip, içinde o kutuda yazan “KNazar is a usefull part of” kelimesini grep’ledim, çıktıda istediğim fonksiyon aynen yazıyordu.

kooka.cpp’nin içini açtım, if’i ve ardına uyarı çıkarma fonksiyonunu ekledim. diff komutu ile bir yama haline getirdim yaptığım değişikliği. kdegraphics paketine ekleyip, derledim. Uzuuun sürdü bir miktar ama bittiğinde artık tarayıcı takılı olmadığında uyaran bir Kooka’m vardı. Sadece iki satırda…

Siz siz olun, benim yaptığımı yapmayın. Ne yazılımı, ne de kullanılan teknolojileri tanımıyor olsanız da düz mantıklı çözmesi en fazla 10-15 dakikanızı alacak iki satır için yıllarca çile çekmeyin. “Biri”nin onu çözmesini bekleyerek çektiğiniz sıkıntıya değmez.

Gezegen, Pardus | 3 Yorum »
 

HTTP Doğrulamasında Boş Alan Yaratmak

06 Mart 2009 Cuma, 00:06

HTTP doğrulama işlemi, hızlı bir biçimde bir web sitesindeki bir dizini ve tüm alt dizinlerini isim/parola korumasına almak için biçilmiş kaftan. Kimlerin giriş yapabileceğini tanımlıyorsunuz ve sadece onlar girebiliyor.

Peki ya bir dizine HTTP doğrulama yöntemi isim/parola girerek ulaşılmasını istiyorsanız ama alt dizinlerinden birine parolasız herkesin girebilmesini istiyorsanız ne olacak? Bugün bu sorunun yanıtını buldum.

Doğrulama işlemi Apache ayarlarında kullanılan Require ifadesi ile gerçekleşiyor. Alternatif bir engelleme metodu ise Allow ifadesi. Bir dizin üzerinde iki yöntemi birden kullandığınızda, ek bir ayar daha devreye giriyor — Satisfy. Satisfy ile de hem Require hem Allow mu geçerli olsun, yoksa ikisinden biri geçerli olsa yeterli mi (and/or) tanımlayabiliyorsunuz.

Bu durumda tek yapmanız gereken, Require ile korumaya aldığınız dizinin, serbestçe girilmesini istediğiniz alt dizininin tanımına (ya da htaccess dosyasına);

Satisfy any
Allow all

satırlarını yerleştirmek. “Allow all” herkesin girebilmesini sağlıyor, “Satisfy Any” yazmak da, “Require” ya da “Allow” ifadelerinden herhangi birinin geçerli olması bu dizinin görülebilmesi için yeterli anlamına geliyor. Böylece herkes dizini görebilir hale geliyor :)

Gezegen | Yorum Yok »
 

Kadıköy’de Internet Kıtlığı

06 Şubat 2009 Cuma, 12:49

Kadıköy’e inerken, günün belli bir saatinde internette işim olduğu için yanıma dizüstü bilgisayarımı da aldım. Tek yapacağımız, dolaşırken gözümüze çarpan kablosuz ağ bulunan bir cafe’nin kapısından girip bişiler içmek ve o sırada işimizi halletmek olacaktı.

Kafadaki hesap Kadıköy’e uymadı, çünkü cafe’lerin hiçbirinde “kablosuz ağ” işareti göremedik. Bir yerden sonra, işaretten şüphe edip kafayı içeri uzatıp sormaya başladık, o da fayda etmedi. Gerçekten internet yoktu. Elde çanta kapı kapı Internet aranır hale düşmek çok komikti. Bir tek Starbucks’ta, o da TTnet’in satın alınan türden internet bağlantısı vardı. Onunla debelenecek halim de yoktu. Internet kafe bile yoktu ortalıkta, olsa ona soralım, dizüstü kullanma kavgası verelim noktasına gelmiştik.

Sora sora, eski sular idaresinin oradaki Cemal Süreyya Sokak’a kadar geldik. Artık iyice çökmüş ve canımız sıkılmıştı. Bir internet cafe gördük, kapısından içeri daldık. “Kablosuz yok” yanıtına, “kablolu da olur” dedik, “yassah kendi bilgisayarınızla bağlanmanız” yanıtını alınca çıkmak zorunda kaldık.

Yoldan biraz daha çıkınca yukarı, sonunda Angel’s Kafe isimli kapısında “Wireless” yazan bir yer gördük. Yarı zemin ve karanlık görünüyordu. Kafayı içeri uzatıp, “internet var di mi” diye sorduk sonra oturduk. İşimizi yaptık, üzerimizden bir yük kalktı, rahatladık. Sonra bir-iki saat daha zaman geçirdik orada. Keyifli bir yer, ferah, kafa yormayan müzikler çalıyor, masaları olduğu gibi oturulabilir pufları da var.

Kadıköy’de internete de bağlanabileceğiniz bir sığınak ihtiyacınız olursa, buraya gelebilirsiniz :)

Gezegen | 2 Yorum »
 

Mandalina -> Portakal Geçişi

26 Ocak 2009 Pazartesi, 10:28

Kış meyvaları arasında bir favori seçmem gerekse, o tartışmasız mandalina olurdu. Ne kadar tatlı, sulu, nefis bir yiyecektir o… Yıkanması gerekmez, bıçak gerektirmeden elle soyulabilir. Elde bıraktığı narenciye kokusundan da rahatsız olunduğunda sabunla çıkarmak mümkün.

Kötü tarafı mevsiminin ancak bir-iki ay sürmesi. Tam olgunlaşmadıklarında ekşi oluyorlar, yılbaşından sonra da fazla olgunlaşıp karta kaçıp tatsızlaşıyorlar. Her sene mandalinayla vedalaşmak ayrı bir zor olur benim için. Yılbaşından sonra da şansımı zorlamaya devam ederim. İlk tatsızlaşmasından sonra hemen vazgeçemem, belki öylesi denk geldi deyip ikinci bir kere denerim, ancak o da güzel çıkmadığında pes ederim. Bir aldım mı en az 3-4 kilo aldığım için de, bu iki haftaya varan bir sarkmaya neden olabilir.

Dün sonunda pazardaki tüm mandalinaları es geçip yemelik portakal aldım ve mandalina ile yollarımızı bir dahaki kışa kadar ayırdık. Meyvaların lezzeti ne kadar bağlıyor beni kendilerine. Yıl boyunca birçok meyvadan mevsimi geçtiğinde zor ayrılıyorum. Sanki başka bir meyvadan hiç lezzet alamayacakmışım gibi geliyor ama değişen mevsimle yeni bir meyva farklı dünyalara götürüveriyor beni :)

Farklı meyvalar demişken hatırladım ki bu sene kivi pek almadım. Bir kere erken aldım (büyük hata), daha olgunlaşmamışlardı ve sonra da o halinin tadını hatırlayıp bulaşmadım tekrar. Kivi alayım ilk fırsatta.

Yimmek | 2 Yorum »
 

Yengeç eti (surimi) salatası

22 Ocak 2009 Perşembe, 22:31

Bu salatayı ilk olarak beni uzakdoğu yemeği (tabii ne kadar otantik orası tartışılır) kavramıyla tanıştıran Quickchina’da yemiş ve bayılmıştık. Aslında çok basit bir salataydı; görebildiğimiz kadarıyla incecik ve upuzun ip gibi doğranmış yengeç etleri ile salatalıklar, mayonez, susam ve az bir deniz yosunu karıştırılıp altına da göbek salatadan (aysberg) bir çanak yapılmış.

Daha sonra bir gün markette “surimi” denen kavramla tanıştık. Istakoz eti lezzetinde balık diye rulolardan oluşan paketler halinde satılıyordu. Görüntüsü tam bizim yediğimiz salatadaki yengeç etlerine benziyordu. Çeşitli balık etlerinden oluşturulup, yengeç eti lezzeti versin diye “doğal ıstakoz aroması” ile hazırlanıyormuş.

Bakalım lezzeti ne kadar benziyor, deneyelim ne kaybederiz dedik. Bir paket surimi ve salatalık alıp eve geldik. Asıl işin zor tarafı bu nesneleri incecik ip gibi doğramaktan geçti. Mutfak robotunun hiçbir aparatından verim alamadık (çok küçük kesiyor, uzun olmuyor), küçük mutfak aletlerinin hiçbiri o işi görmedi. Sanırım 2 kişi 2-3 saat uğraştık salatalık ve surimileri ince ince doğrayacağız normal bıçakla diye. Canımız çıktı ama çok güzel oldu, aynı lezzeti bile yakaladık. Susam yerine de çörekotu koyduk, daha bir beğendik tadını.

Sonradan wikipedia sağolsun öğrendik ki zaten surimiye kani de deniyormuş. Quickchina’da menüde “Kani Salad” yazıyordu zaten. Bizimkiler ona “yengeç eti lezzetinde balık” demektense yengeç eti demeyi tercih etmişler ;-)

O zamandan beri sürekli arayış ve düşünce halindeydik. Bu adamlar lokantada bunu böyle doğruyor olamazlar, mutlaka bunun çok basit bir aleti var, iki dakikada oluyor bu iş dedik. Internette arandık, mutfak reyonlarını gezerken hep bakarak olduk, Quickchina’ya gittiğimizde ahçıya sorsak mı dedik, öyle geçti gitti günler.

Bir gün İstanbul’da, Kadıköy Carrefour’da gezinirken bir firma stand açmış, rendesini tanıtıyordu. Gözlerimin önünde amca salatalık ve havucu rendeyle bir doğradı, tam istediğimiz gibi — ince uzun, ip gibi. Ne yapacağımı şaşırdım, gidip yan reyondan “bak ne buldum” diye Didem’i getirdim. Evet sonunda bir alet bulmuştuk bu işi yapacak olan. “V-Rende” denen aleti aldık, Ankara’ya taşıdık.

Çözene kadar biraz uğraştırdı bizi (kitapçık okumamıza karşın). Çalıştırmayı başardığımızda biraz hayal kırıklığı ve muz kabuğu oldu. Evet, alet salatalık gibi sert nesneleri doğramasına doğruyor ama surimiler yumuşak oldukları için parçalanıyorlar rendeden geçmiyorlardı. Üstelik salatalıkların da aparata takılan tarafının tamamı doğranmıyor, kabuğun bir kısmı ince de olsa kalıyordu. Kısaca havamızı almıştık.

Arada Didem fimo isimli şekilden şekile sokulabilen ve fırınlanınca kalıcı olarak katılaşan hamurlara merak saldı. Onları şekillendirmede kullanılan bir “fimo hamuru makinası” aradı bir süre, bulamadı. Sonra bir yerde erişte makinasının o amaçla kullanılabileceğini okuyunca, rotayı erişte makinasını bulmaya çevirdi. Metro Market’te bulduk bir erişte makinası, pahalı da sayılmazdı, 20 YTL idi. Erişte makinasının kutusunda erişteyle yapılmış resmini görünce, onu doğrayan surimiyi de doğrar diye ışık yandı bir anda kafamda. Ama iki tane almadık, bir tane alalım, fimoyla aleti kirletmeden önce salatayı yaparız, olursa bir tane de salata için ayrı makina alırız dedik.

Erişte makinasında surimi kullanmak için biraz uğraşmamız gerekti. Makinadan eriştenin geçmesi için önce incecik hale gelmesi gerekiyor. Bunun için arka bölümü accık daha kalın, oradan geçirince inceltiyor malzemeyi ve böylece doğrayıcı kısımdan geçirebilecek inceliğe gelmiş oluyor. Ama bizim surimiler arka bölüm için bile oldukça kalındılar.

Farkettik ki surimi ruloları yapıştırılmış gibi duruyorlar. Beyazla kırmızının karıştığı bir yer var, orayı boydan boydan çizip (tırnakla da olur) yavaşça parçalamadan açabiliyorsunuz. O zaman kağıt gibi açılıyor. O açıldığı hali de erişte makinasından kolaylıkla geçiyor ve tam istediğimiz kıvamda surimiler doğranıveriyor.

Arkasından salatalıkları da v-rendeyle doğradık ve ta-taaam… 15-20 dakika içinde koskoca salata hazırdı bile. Birkaç kez yaptıktan sonra elimiz iyice alıştı, çok hızlı yapabilir hale geldik. Kötü tarafı salatalığın mevsimi geçti o arada :)

Özetle… Bir paket surimi alıyorsunuz, erişte makinasından geçiriyorsunuz. 4 tane salatalığı da v-rende ile doğruyorsunuz. Çörekotu (ya da kavrulmuş susam) ve isteğe göre mayonez koyup karıştırıyorsunuz. Salatanız hazır. Mayonezsiz de pek lezzetli salata ama mayonezli de denemenizi öneririm, ayrı bir güzel oluyor. Yalnız dikkat, mayonezini fazla kaçırmayın. Midenize oturuverir sonra ağırlaşan salata :)

Yimmek | Yorum Yok »
 

Meeeeliiiiiiiiiiiiih

19 Ocak 2009 Pazartesi, 12:42

Her kış kartlı doğalgaz sayaçları yüzünden nasıl sefil oluyoruz Ankara’da. Hiç metro duraklarındaki doğalgaz gişelerinin yakınlarından geçiyor musunuz? Benim her geçişte içim cız ediyor. Her bir gişede onlarca kişilik kuyruklar, saatlerce sımsıkı paltolarına sarınmış doğalgaz almak için sıra bekleyen insanlar. En basitinden bu insanlar her doğalgaz almaları gerektiğinde orada bekleyerek harcadıkları saatlerini/günlerini çok daha yararlı işlerde değerlendirebilirler. İnsanların zamanı bu kadar ucuzlaştırılmamalı.

Yan evdeki komşuma çok imreniyorum. Hala faturalı sayaç kullanabiliyor. Normalde olması gerektiği gibi kullanıyor doğalgazını, ay sonunda geliyor faturası, dilediği yolla uygun bir zamanında ödüyor.

Kartlı sayacın ne farkı var? Gidiyorsun belirli gişelerde sıraya girip daha almadığın hizmetin parasını peşin olarak önden ödeyerek kartına istediğin miktar (üst limiti var aslında) doldurtuyorsun. Kartı sayaca taktığında, kontörleri (10 eksik olarak) sayaca aktarıyor, kart boşa çıkıyor. Sayaçtaki kontör bittiği anda cart diye doğalgazın kesiliyor ve soğukta kalıyorsun. Bu olduğunda kartta kalan 10 kontörü de sayaca yükleyip, 1 gün kadar (hava çok soğuk değilse) idare edebiliyorsun. Banka yoluyla ya da internetten ödemek gibi bir şansın yok. Fiziksel olarak kartınla beraber bizzat o gişelere gidip doldurtman ve fiziksel olarak evine dönüp o kartı sayaca yüklemen gerekiyor. O zamana kadar hiçbir şekilde evinde doğalgaz kullanamıyorsun, soğukta donuyor ev ahalisi.

Az sefil olmak istiyorsan çok nakit paran olması gerekli, bunu da bankaya falan yatırmak yerine önden belediyeye vermen gerekli. Yine de bittikçe o sıralara girip doğalgaz almalısın. Eğer para sıkıntın varsa, daha çok çalışıp para kazanmaya debelenmekle, sık sık doğalgaz sıralarında mesaini harcamak arasında telef olursun (az paran olduğu için azar azar doğalgaz alabilirsin ve çok sık biter).

Bu rezalet için harcanan insan gücüne, emeğe, enerjiye yazık değil mi? Tüm bu sefalet belediye insanları daha erken soyabilsin, parası olmayanlar daha erken donmaya başlasın diye. Fatura kesip adrese yollayınca, parasını insanlara önceden karta doldurtmaya göre -en az- 1.5 ay kadar sonra alıyor. İnsanlar soğukta kalmiim korkusuyla fazlaca alırsa yanına kar kalıyor işletmenin. Kıtı kıtına almak için tonla zaman harcasalar bile 1.5 ay kafadan kar ediyor.

Durduk yerde yine niye mi dellendim? Her metro kullandıkça delleniyorum zaten ama bilgisayar başında dellenmemi doğalgazımın dün yine biteyazması sağladı. Erken farketmem şanstı tabii (paranoyak bir halde sayaç kontrol eder oldum) ama Pazar’ın ortası, doğalgaz alabilmek için Demirtepe’ye kadar git-gel yapmam lazım. Durduk yerde saatlerimi buna yatırmam mümkün değildi. Kartta yedek tutulup yüklenmeyen 10 kontörü yüklerim, bir gün idare eder, Pazartesi yolumu biraz uzatır alırım doğalgaz, eve döndüğümde doğalgaz bittiğinde ev soğumuş olur ama napalm dedim.

Dedim demesine de… akşam oldu, uyuyacam artık, gaz bitmedi. Tamamen bitmediği zaman da o 10 kontörü yükleyemiyorsun. Ya kökleyeceğim kombiyi ve doğalgaz bitene kadar uyumayacağım (ki kartta kalanı yükleyebileyim), ya iyice kısıp sabaha kadar dayanmasını umacağım ya da bitiş zamanını kestirip saat kurup gecenin ortasında kalkıp soğuğa çıkıp gaz yükleyip kombiyi resetleyip yatacağım (tutturamazsam, saatin alarmını ileri al, uyu, tekrar kalk). Gecenin ortasında yataktan soğuğa çıkıp geri uyumaya nefret ettiğimden, gözümden de uyku aktığından, kombiyi kısıp lahana gibi giyinip iki kat yorgan altına girip uyudum.

Çektiğin işkenceye bak…

Memat | 4 Yorum »
 

Sonus Umbra’nın Üçüncüsü

17 Ocak 2009 Cumartesi, 19:14

İlk iki albümüne (Snapshots from Limbo ve Spiritual Vertigo) bayılmıştım bu Meksikalı grubun. Yer yer Camel (70’lerdeki hali), Alan Parsons Project, Rush, Marillion karması acayip tadı damakta kalan modern bir tarzı var. Bir dakikasından sıkılmadım, iki albümü arka arkaya dinlediğimde bile bir üçüncüyü dinleyesim geliyor.
Üçüncü albümleri Digging for Zeros dün akşam elime geçtiğinde inanılmaz heyecanlı ve sevinçliydim. Dinlediğimde ise sevincim yavaş yavaş azaldı. Kulağın farklı bişi duyduğundan olmuştur, dinle bir daha dedim… Dinledim, cıks. O beni tavlayan sihirli ortamı yok. Güzel olmasına güzel ama “harika” değil. Beklenti büyük olunca…

İlk iki albümdeki erkek vokalist (albümün neredeyse tamamında sesi önde olan) gitmiş, yerine o albümlerde konuk vokal olarak bazı arkaplan sesleri veren bir hatun vokal gelmiş. Albümün çoğunda da hatunun sesi ön planda. Grubun sitesinde vokallerin yarısı demişler, nasıl yarım o ööle… :) Ben ki bayan vokalistli rock gruplarını pek severim, garipsedim. Kadroya iki kişi daha ekleyip arkayı beşlemişler. Bu kadar değişikliğe müziğin de farklılaşması doğal aslında.

Birkaç kez daha dinleyip kulağımı alıştırmaya çalışacağım. İlk iki albümlerinde yaşadığım “ilk dinleyişte aşk” olamadı, ne yapalım…

Musiki | Yorum Yok »
 

Börülceli Pazı

13 Ocak 2009 Salı, 13:34

Son 9-10 aydır sebze yemekleri denemeye başladım. Semizotu, pazı, pırasa, karnıbahar, ısırgan otu, kırmızı lahana, asma yaprağı, roka, yeşil fasulye, göbek (aysberg), radika, deniz börülcesi, reyhan gibi daha nice yemek yaparken kullanmadığım sebzeleri yemeklere ve salatalara katmaya başladım.

Tabii ilk denemelerin bazıları oldukça komik olmuştu. Örneğin İstanbul’da demetini 3.5 YTL’ye gördüğüm semizotunun kilosunu burada 0.75 YTL’ye gördüğümde 3 demet almıştım ve misafir yardımlarına rağmen bir hafta boyunca en az bir öğün semizotu yemiştik :). Ya da küçük radikalara alışık biçimde “çok yapayım” düşüncesiyle, 3 tane radika isteyip koccaman çıkınca kendileri; radika çorbası, radika kavurması ve yoğurtlu radika mezesi olarak 3 yemek birden yapmıştım — bir süre radikaya doymuştuk.

Çiya‘da yediğim sebze-bakliyat karışımından oluşan yemeklerden inanılmaz keyif aldığım için kendilerine gıpta ile bakardım. Önce sebze yemeklerinde deneyim kazanayım, sonra bir üst seviyeye atlayıp bakliyatla karıştırayım diye düşündüm.

O gün birkaç gün önceymiş… Pazarda gezerken daha önce yemekte kullanmadığım kara lahanalara kurmuştum, birçok yerde vardılar. Ama daha sonra pazarda son durağımızda tam kara lahana alacağım sırada yanında yemyeşil, gel de beni ye diyen pazılar gözüme çarptı. İkisini birden alamazdım, zaten aldığımız başka yemek olacaklar vardı. Pazı dedim…

İyi ki de demişim, kendileri ilk bakliyatlı sebze yemeğime dönüştüler. 2 demet pazıyı yıkayıp, sapları ile beraber doğradım, kendi suyunda kapağı açık pişmeye bıraktım (ıspanak kılıklı ne de olsa hemen büzüşüyor ve su bırakıyor, kapağını kapatınca da kararıyor). Bir önceki akşamdan ıslattığım bir bardak kuru börülceyi tuzlu suda düdüklüde 3 dakika haşladım (gerçi basıncın normale dönmesi çok uzun sürdüğünden 4-5 dakika da sayabiliriz). Üçüncü bir kapta da 3 tane orta boy soğanı acı kırmızı toz biberle kavurdum, acı biber salçası ve domates ile tuz ekledim, pazıların kalan az suyunu süzüp, onlarla karıştırıp birkaç dakika kavurmaya devam ettim. Börülceleri suyuyla beraber katıp, karabiber de ekleyip, biraz karıştırdım ve beraber pişmeye bıraktım.

Valla enfes oldu… Ben ki genelde sebze yemeklerinde yoğurdu çok severim, yoğurt bile koymaya kıyamadım yanına.

Çiya’da buna benzer bir yemeği “Pazı Borani” olarak yer, pek severdim ama sanki onda nohut ya da bulgur da vardı. Bir de daha ekşimtraktı tadı, salçadan dolayıdır herhalde.

Yimmek | 2 Yorum »
 

Bir dinozorun evrimi

11 Ocak 2009 Pazar, 00:44

Çok değil, bundan 4-5 sene önce “yeni” neredeyse hiçbir müzik dinleyemeyen bir insandım. 1980 genelde sınırımdı. Birkaç istisna grup dışında 1980’i bir-iki geçti mi olay sentetikleşir, o 80’lerin nefret ettiğim tarzı müzikleri sarar ve ben kendilerinden kaçarak uzaklaşırdım. 90’ların başındaki grunge dalgası zaten beni hiçbir zaman açmadı, o arada “zamane” müziklerinden koptum ve geçmişe verdim kendimi. 68’lerden 80’lere kadar favori dönemimdi. Tek tük yeni grupları saymazsak (Morphine, Blues Traveler gibi), sevdiğim gruplar ya dağılmış ya da ahı gitmiş vahı kalmış halde olduklarından pek konserlerle de aram olmuyordu.

Sonra… son birkaç senede internet sayesinde evrimleştim. Kendimi kapattığım 90-00’ler dönemindeki birçok grubu da araştırma ve dinleme şansım oldu. Ölçek artınca, aradan sevdiklerimi bulmak da kolay oluyor elbette. Ölüm böğürtülerine bile tahammül edebilir hale geldim. Daha önce kaldıramadığım İdris-vari müzikler (RIO) de kulağıma hoş gelmeye başladı.

Hala hayatta olup güzel müzik yapmaya devam eden “favori” gruplarım bile oluştu, rahatlıkla sevdiğim daha eski gruplarla yanyana koyabileceğim — Ayreon, Porcupine Tree, Nightwish, Ozric Tentacles ilk aklıma gelenler. Daha geçen gün Sonus Umbra isimli nefis bir Meksika grubu keşfettim örneğin. İlk iki albümlerine de bayıldım, 2005’te bir üçüncüsü çıkmış, dört gözle elime geçmesini bekliyorum.

Internet güzel bişi. Onsuz hayatım çok farklı olurdu herhalde.

Musiki | 2 Yorum »