İstanbul İzlenimleri
02 Ekim 2005 Pazar, 01:37 | MematSon zamanlarda gerek iş gerek güç nedeniyle bol bol İstanbul’a gidip geldim. Favori mekanlarım, dolaşmayı sevdiğim yerler oldu. Hatta Kadıköy ve çevresini belledim bile sayılır. 10 yıl öncesine dönüp bakıveresim geldi.
=======================================
İstanbul İzlenimleri
04-Aralık-1995
Cuma günü, sabah saatin 6.30’u. Otobüsle İstanbul otogarına giriyorum… sanki hiç uyumamış gibi. Kötü mü oldu ne bu otoban. Kendimi ve çantamı zorlukla servise atıyorum ve kendimi Taksim’de buluyorum.
Amma da uzun zaman olmuş İstanbul’a gitmeyeli. Dile kolay…9 yıl. Çoğu yeri tanıyamıyorum bile. Uff… amma da rüzgar esiyor. Kendimi bir pastanenin içine atıyorum. Biraz ısınıp birşeyler atıştırıyorum. Saat daha 7. Benim buluşacağım insan ise işten taa 16:30’da çıkıyor. Ne yapacağım ben şimdi?
Dışarı çıkıyorum. Biraz yukarı yürüyorum. Önünden geçtiğim otel bana çok tanıdık geliyor. Bakıyorum, “The Marmara”… Yok canım, 9 sene önce burada kalmış olamam :-). Ben gene dayımda kalmışımdır. Hala hatırlayamadım bu otelin nereden tanıdık geldiğini…
Vazgeçtim. Biraz aşağı doğru yürüyorum. “İstiklal Caddesi” diye bir işaret var. Şu ünlü İstiklal Caddesi mi diyorum ve yürümeye başlıyorum. Sabahın 7’si olduğu için dükkanların hemen hepsi kapalı. Okuluna yetişmeye çalışan öğrenciler ya da işe yetişmeye çalışan çalışanlar var. Ben ağır ağır yürüyorum. Nasıl olsa acelem yok. İlk dikkatimi çeken sinema bolluğu oluyor. Kafamı ne tarafa çevirsem bir sinema! Amma çok sinema var diyorum kendi kendime… Tek bir caddede böyleyse, İstanbul’da kaç tane vardır kimbilir? Yürümeye devam ediyorum. Yeter yaw, gene mi sinema? Bu kadar pahalı fiyatlarla nasıl insanlar sinemaya bu kadar çok gidiyorlar diyorum (150 bin imis öğrenci). Sokak aralarına bakıyorum bazen. Aaa… Yeşilçam Sokağı :-). Pek iyi durumda değil ama… Sokak aralarında bir yazı görüyorum : “Hayal Kahvesi”. Ne güzel bir isim! Bir ara giderim diyorum (bu gidişimde gidemedim, umarım bir dahaki sefere). Sokak aralarında ufak kiliseler gözüme çarpıyor. İstanbul’daki birçok tarihi yapıyı güzel korumuşlar diyorum. Oooofff… şu kilisenin güzelliğine bak! Saint Antoine kilisesi sol tarafımda bir anda gözüme çarpıyor. Çok hoşuma gidiyor görüntüsü. Keşke fotoğraf makinamı alsaydım diyorum. Kapısı açık. Birkaç dakika girsem mi girmesem mi diye duraklıyorum. İzmir’deki Azizler Kilisesi aklıma geliyor (ben Azizler Kilisesi’ne girdiğimde, içeride her şey kaldırılmış, belediye folklor ekibi çalışıyordu :-(((). Bu güzellik aklımda böyle kalsın diye girmiyorum içeri ve yürümeye devam ediyorum. Çok da uzunmuş cadde. Ortadaki raylardan tramvay geçiyor, bazı çocuklar ona tutunuyorlar kaçak olarak. Vaktim var nasıl olsa deyip tramvaya binmiyorum (hem nereye gittiğini de bilmiyorum!). Yer yer ufak kiliseleri gidip seyrediyorum dışarıdan. Yürüye yürüye tramvayın son durağına geldim. Baktım saat oyalana oyalana 9:30 olmuş.
Ankara’dan bana tarif edilen plakçıyı bulayım diyorum. Zaten anca karşıya geçerim, Kadıköy’de imiş. Bir adama yaklaşıyorum ve diyorum ki : “Karaköy’e nasıl gidebilirim?”. Adam önce ters ters suratıma bakıyor. Sonra soruyu ciddi sorduğumu anlayınca, “şu tünelden gir, lokomotife bin, indiğin yer Karaköy’dür” diyor. Ben tünele girip bir jeton alıyorum. Lokomotife biniyorum. Hareket ediyor ve duruyor. Ne çabuk durdu? Aaa… gelmişim bile. Bunun için mi 7500 TL aldılar şimdi benden diye düşünüyorum. Dışarı çıkıyorum. Evet, denizi görüyorum. Sora sora iskeleyi buluyorum. Vapura bindiğimde, tüm o soğuğa ve rüzgara rağmen dışarı oturuyorum. Kaç kez geçicem ki boğazı? Fakat birkaç dakikaya kalmadan uyuyakalıyorum! … Hı, ha, ne oldu, vapur duruyor. Ben ayağa fırlıyorum. Çıkış kapısına doğru yöneliyorum. Fakat bazı insanlar inmiyor. Birisine eğilip soruyorum : “Burası Kadıköy mü?”. Bayan bana ters ters bakıyor. Sanki ona asılmaya çalışıyormuşum gibi. “Hayır, burası Haydarpaşa” diyor. Teşekkür edip, geri dışarı çıkıyorum ve oturuyorum.
Kadıköy’e inince, aklıma, bana yapılan tarif geliyor…”Kadıköy PTT’sinin yanından bir yol girecek”. Kadıköy PTT’sini görüyorum ve yanından giriyorum. Evet, Akmar Pasaji. Aşağı dalıyorum. Hmmm… hmmm… nerede bu “Zihni” yaw? Bakıyorum, göremiyorum! İkinci, üçüncü tur, hah tamam… insan büyük bir ilan asar yaw :-). İçeri giriyorum. Ankara’dan gönderdiler beni, nerede şu plaklar diyorum. Adamlar plakları gösteriyor. Üstümdekileri çıkartıyorum ve hurraaa… 2500 plağın içine dalıyorum.
Ufff, pufff… ellerim kararmış. Ellerim toz içinde. Saate bakıyorum… 13:30? Ben 3 saattir yerlerde plak mı bakıyorum??? Ayırdığım plaklara bakıyorum, alamam ki o kadarını :-(. Plaklar 150-200 bin olsa çoğunu alırım diyorum. Ne de olsa destekli gelmiştim. Ellerimi yıkayıp adamlara gidiyorum ve en başta sormam gereken soruyu soruyorum : “Plaklar ne kadar?”. Adam bana “üstünde yazan numarayı 100000 ile çarp, 200’den başlayıp 500 bin’e kadar gider” diyor. Soğuk bir duş alıyorum… neeee? Kardeşim ne diyorsun? Plaklar bu kadar pahalı olur mu diyorum. Seçtiğim plakların çoğu zaten special price CD’ler. CD’sini 550 bin’e alabileceğim albümler. Cık, adam nuh diyor peygamber demiyor. %15 indirimi de kurtarmıyor. Benim yüzümden düşen bin parça. Tek tek plakları geri ayırıyorum. Kıyamıyorum parama o plaklara o kadar vermeye. 7-8 plak alıp çıkıyorum dükkandan. Hüngür yav…
Dışarı çıktığımda, o sokak incikci boncukcu dolmuş :-). Ana caddeye çıkıyorum. Saat daha 14:00. Ne yapsam ki? İnönü Parkı tabelasını görüyorum. İki simit alıp gidip parka oturuyorum. Karşımda da deniz. Bir yarım saat de orada geçiriyorum.
Ağır hareketlerle iskeleye gidip, vapura biniyorum. Gene uyuyakalıyorum! Şu boğazı uyanık geçemeyeceğim galiba :-). Sonra geri dönüyorum aynı yoldan. Vakit bol diye gene yürüyerek geçeyim diyorum İstiklal Caddesi’ni. Dükkanların çoğu açılmış. Bazılarına girip bakıyorum. Taksim Meydanı’na vardığımda ise saat 16:00. Hmmm…1 saat sonra buluşacağım burada. Naapsam… bir pastaneye girip bir coca-cola istiyorum. Ondan sonra plakları ortaya serip, ağır ağır okumaya başlıyorum kaplarındaki bilgileri. Çok ağır ağır cola’mi içiyorum. Pastane sahibi neredeyse çıldıracak :-))). 1 saat geçtikten sonra pılımı pırtımı toplayıp gidiyorum. Adam herhalde iyi küfür etti arkamdan :-))).
Cumartesi gününü Anadolu, Pazar gününü ise Rumeli yakasında geçiriyorum.
Cumartesi… Tanrım o trafik ne??? Otobüsün içinde çıldıracağım sanki. Yolun tekine doğalgaz mı ne bir şeyler yapıyorlarmış. Etrafıma bakıyorum, hepsi özel oto. Millet cumartesi diye almış arabasını çıkmış sokağa. Hiç akıl karı değil cidden haftasonu arabayla sokağa çıkmak.
Pazar… Trafik çok daha az. Herkes trafik çok diye çıkmadı herhalde sokağa :-))). Akmerkez’e gidiyorum. Karum’un gelişmiş haline benzetiyorum. Galatasaray Stadı’nı görüyorum! Acaba Cumartesi akşamı maça gitsemiydim diye hayıflanıyorum.
Geriye dönüp bakınca o üç güne…
Yav yok mu bu memlekette hiç park diye bağırmak geliyordu içimden. Bu kadar az parkı olan ve bu kadar büyük olan az şehir vardır herhalde! İnsan şöyle bir nefes almak için bir park arıyor…yok! Koca İstanbul’da 3 gün içerisinde topu topu 3 park gördüm.
İstanbul gerçekten güzel şehir park olayını saymazsak. Ama yaşaması gerçekten zor! Ama yaşayabilen için cennet olmalı…
Ben 3 günde pes ettim bile… :-)
=======================================